12 Kasım 2011 Cumartesi

bayram şarkıları...

bizde bu tatil motivasyonunu yaratan birinci sebep 3 konser dinleyecek olmamızdı.
Funda Arar, Hüsnü Şenlendirici ve Kubat , Candan Erçetin...
Yıllardır Candan Erçetin'den uzak durmuş biriyim.
Benim için ; o sahne, o repertuar, o danslar o cana yakın kadın büyük bir sürprizdi.
Bayıldım , çok tatlıydı.
Candan Erçetin boşuna Candan Erçetin olmamış.
O kadar oynayıp sesi asla detone olmuyor.
Hiç kliplerindeki gibi snop ve soğuk değil.
Sadece gözleri mavi :)
Hüsni Şenlendirici sanırım özgüven patlaması yaşıyor ama insan o'nu kırk yıllık mahalle arkadaşı gibi hissediyor.
O'nun doğasında var bu.
Seviyorsunuz o kadar...
Ben Serkan Çağlar dinlediğimde sanırım repertuardan kaynaklı çok daha fazla etkilenmiştim ama Üsnü bizim Üsnü işte hali vardı konserde.
Kubat'a diyecek söz bulamıyorum.
Gerçek Türkü dünlemeye doyurdu herkesi.
Çok yetenekli ve çok profesyonel.
Beni en şaşırtmayan Kubat oldu.
Tahmin ettiğim büyüklükteydi sahneyi dolduruşu.
Ama Funda Arar'ı anlamak diye bir kitap yazmak isterim.
Keşke kendi nasıl göründüğünü görebilse.
Özensiz bir elbisesi vardı ve o iriliğine rağmen sahnede kayboldu.
Dekor simsiyah , Funda simsiyah.
O baskın ses bende hiçbir iz bırakmadı.
Otorite değilim ama sahnede sevimsiz olanı ayırt etmek uzmanlık istemiyor.
Yaptığı tek espriye tek kendi güldü.
Ben o'nun senden öğrendim diye bir şarkısı var o'nu çok seviyorum.
Sadece o'nu ...
Diğerleri aynı gibi geliyor, inişler ve çıkışlar.
Sözleri dolu o'na diyeceğim yok ama
O çok sevdiğim şarkıyı bile öylesine söylemiş gibi geldi.
Ve yine takdirler komik ama bizden yine Serdar'a gitti ! bizden bu bayram...
Karaoke gecesi Nuran tüm dikkatleri üstün çekince grup olarak özel istek aldık.
Biz de nolcak canım patlatırız bi Serdar dedik.
Resmen şiştik...
Biz patladık..
Cidden melodi varmış , iniş varmış çıkış varmış...
Dumur olduk.
Biz çok eğlendik umurumuzda değil belki de rezil olduk :)
Serdar teksin...
Ünlü Türk Düşünürüsün :)

bayram havası ....

Tam 7 gün boyunca Antalyadaydım.
Hemen her gün 12.00 ve 14.30 arası denize girilebilir bir hava vardı.
sabahları tatlı bir bahar...
akşam üstleri iyi gelen bir serinlik...
başka uyuyor başka uyanıyorsun...
geçtiğimiz hafta sonu da Bodrumdaydık...
güneş sabah içimize doğdu resmen 2 gün...
Dün dönüşte ; uçaktan iner inmez keskin bir soğuk resmen göğsümüze çarptı...
benim bir Egeli ile bir Akdenizli ile moralim bir olamaz ki...
bu havalar benim havam değil kesin.
İstanbul'da abartısız bahar olmuyor.
Baharı yaşamak için mayısta , kasımda akdenizde veya aşağı Ege'de olmak lazım.
Öyle bir yürüyüş yapmak, güneşten bunalmadan uzun bir sokak kahvaltısı çok az nasip oluyor.
2 yıl önce ağustosta yine bodrumdaydık hiç boğulmadan uzun uzun dışarıda kalıyorduk.
Tabii 12.00-15.30 arası hariç..
başka bakıyor insan o zaman hayata.
İstanbul çok güzel bir şehir ama gerçekten havası hava değil.
Belki de bundan hepimiz boğluyor gibi hissediyoruz.
Bu yüzden herkeste bir gitme havası var.
Havasızlığından güzellikleri de yaşanamıyor ki..
Ben şu Kalamış ve Fenerbahçe parklarına aşığım.
Yıldız Parkında yürüyüş hayaline ağlamış biriyim.
Uygun zamanını 32 yaşımda  toplasan 10 kere  anca denk getirmişimdir.
Şimdi soğuktur, şimdi sıcaktır, şimdi basar....
Antalyayı hiç ama hiç sevmiyorum.
Bana karaktersiz geliyor.
Ama yapay da olsa evet aylardan kasımsa tatil köyleri - otelleri bana iyi geliyor.
Aldığım kilolarda yanıma kar :)
Günde 4 simit, 2 lahmacun yedim ara öğün olarak...
Canım ben....
Şimdi karnım şiş ama anılarım güzel...
Oğlumu , Alin'i ve Leyla'yı çok çok çok daha çok seviyorum.
Nuran'ı ne kadar benimsediğimi bir kez daha fark ettim.
Benimsemek bilmekten çok daha öte birşeymiş o'nu da fark ettim..
Annem sayesinde hayatımda en çok dinlendiğim tatili yaptım.
Ben bunu eşim gibi durmadan check etmiyorum ama belki de gerçekten aşktır devam eden.şaşırtıcıdır ama alışkanlık değil bizimkisi.
Çok ama çok farklıyız kermo ile.
Her an beklentilerimiz, taleplerimiz, kırılma noktalarımız.
Tatiller daha da su yüzüne çıkarıyor farkları.
Ben bu farklara kızmıyorum artık...
Teşekkür ediyorum bize keskin farklarla 10. yılına giriyoruz evliliğimizin.
Takdire şayanız diyorum...
Ama şu var annemden de çok farklıyım ve o'nu da çok seviyorum...
Hatta belki en çok babama benziyorum ve o'na dayanamıyorum...
Benzelikler hayatı kolaylaştırır mı her zaman bilmiyorum...
İstanbul'un havası da benim havam değil ama vazgeçemiyorum .

26 Ekim 2011 Çarşamba

bir bebek doğunca...

huzur kaplar onlarca insanın içini...
masumiyet vücut bulur...
değme sanat eserlerinden daha bakılası bir güzellik uyanır...
saçma gelir soğukluk, uzaklık, kızgınlık...
yollar anlam bulur...
ruh yumuşar...
saflık halidir 'o'...
sevinçten çığlık dolar insanın göz pınarına...
sevmekten ötesi anlamsız olur...
melek konar hayata adeta...
bir bebek sadece bir bebek verdiği tüm yorgunluğa değer...
bir bebek doğunca iyi ki doğar...
iyi ki öyle kokar...
öyle uyur...
öyle emer....
bir bebek en güçlü güçten daha büyük bir güç sığdırır insanın içine...
Tanrı herkese nasip etsin....
bebekler hep en iyisini yaşasın...
tüm bebekler bunu hakeder....

24 Ekim 2011 Pazartesi

Van'ı ısıtmak isterim...

Gece -1 derece şu an Van.
Nasıl yapabilirim ?
Van'ı ısıtmak isterim...
Böyle bir felaketten kurtulduysan bari üşümemelisin.
Herkese sıcak hava gönderebilsem...
Hepsini oradan toplasam ya da
Sıcak sıcacık bir yere gönderebilsem...
Olan oldu yaşanan yaşandı...
Üşümeyeceksiniz tek başıma garanti edebiliyorum desem...
Çocuklar üşümesin...
Kimse üşümesin...
Yaşanan iç titretiyor bari hava üşütmesin...

bir gün bir tır şerit değiştirir....

kendimize ne kadar güvenli bir ortam kurmaya çalışırsak çalışalım...
hayat SAÇMA TOKATlarla dolu derdi Cengiz Hoca...
Yaş aldıkça gün gibi gerçekliği ortada aşikar...
Offlaya poflaya eve gidiyordum cuma günü...neyin ofu pofu belli değil...
Sultanbeyli otobanında kaza haberi..
Saçmalığın ta kendisi.
Saat 15.00 civarı.
Tır şerit değiştiriyor...
yok oluyorsun.
belki 5 dakika önce ha vardık diyorsun, sonra bitiyor herşey.
belki 1 dakika önce bir şarkıyı dinliyorsun , susuyor...
belki biraz daha para kazanınca yandaki arabadan alacağım diyorsun, arabalar gidiyor...
bir an....
sessizlik...
ve hiçlik...
koca saçma bir tokat...
o yol benim evime 5 dakika...
o yol benim en yakın arkadaşlarımın evinin yolu....
o yolda hikayeler bitti...
bu kadar kolay saçmanın tokat atması...

I have nothing ıf ı don't have you...

ilk kez kardeşim olduktan sonra ben şehit haberlerini duymaya başladım...
yani 10 yaşından sonra hep kulaklarım dikildi...
daha öncesinde haberleri düzenli dinleyen bir ailede ben bu acı haberi ayaklarını kaybettiler diye anlardım...
dedem ve anneannemin de işine gelirdi bunu bu şekilde duymam- anlamam.
anlamaya başladığımda fena koymaya başladı.
neyin nasıl  neden olduğunu anlamak daha da acıydı.
okudukça herşey karmakarışık..
hak verdikçe korkmak...
biz hepimiz bu gerçekle büyüdük...
benden habersiz kermo askere gitmeye karar verdi ve geldi ben seninle evlenmeye karar verdim askere gidiyorum dedi.
bunun romantik bir evlenme teklifi olduğunu düşünüyor hala kendisi.
kuraları beklerken korkudan neler yaşadım- yaşadık...
denizci oldu bir ohh çekmiştik...
oysa ki bu öyle birşey değil ki...
hala kardeşim askere gitmedi.
ve şimdi 2,5 yaşında bir oğlum var...
en yakınınızdaki çembere değmedikçe biraz daha az acıtacağını düşünerek acıdan kaçmak..
hep o korku...korkuyla yaşamak...
hep birşeyler olacağına dair ümit...
geçenlerde kişilik envanterleri konusunda birlikte çalışmaya başladığımız şirketin Belçikalı yetkilileri Türkiye için yaptıkları norm çalışmalarında, Türklerin başkalarına çok zor güvendiklerini ve şüpheyle yaklaşan bir toplum olduklarını söyledi...
sadece bu korku ile yaşamak bile yetmez mi?
yeter de artar bile...
terör HSBC binasını patlattığında ben güvenlik sektöründe çalışıyordum..
gün aşırı alış veriş merkezlerine birşeyler olacağına dair ihbarlar alınıyordu...
tek tek yakınlarımı kontrol altında tutmaya çalışıyordum.
kimse bir yere gitmesin istiyordum...
kimi nereye kadar neden ...
nasıl bir çığlık atar insan bu haber kapısına gelince...
ne avutur?
nasıl olur...
bunları düşünmek bile nasıl böyle kavurur...
doğum tarihleri, terhis olma zamanları, kimisi baba, kimisi en kıymetli oğul, ağbi, belki evin direği...
hepsi gencecik...
genç olmasa ne olur...
zamansız...
çok zamansız...
canımız yanıyor, hep yanıyor...

22 Ekim 2011 Cumartesi

Beyoğlu Tatminsizliği...

Artık çok az Beyoğlu'na gidebiliyorum...
Beyoğlu'na gitmeyince de kendimi olan bitenden bi haber hissediyorum.
Gidiyorum yetmiyor...
Hep başka bir şey daha geliyor aklıma yapılacak...
Binaların tepelerine bakıyorum da bakıyorum, yıllardır bakıyorum bazılarını ezberime kazıdım.
Daha çoğunu kazımak istiyorum.
Şarap içip peynir yiyorum aklım gözlemede kalıyor...
O'nu yesem bira balık istiyorum...
Böyle sürüp gidiyor.
Yoldan simit alsam , kestane, kestane alsam dondurma gözüm...
Kitapçıları da gezmek istiyorum terkosu da....
Markizde de oturmak istiyorumŞİMDİ'de de ...
Ayran gönüllülük, doyumsuzluk gidiyor.
Hem saatlerce tünelde gelen geçeni izlemek istiyorum hem sinemaya gitmek.
Hem klise gezmek istiyorum hem kaybolmak...
Her gidişimde daha eskileri sindirmemişken yeni mekan açılmış oluyor.
Eksiği kapatmak için time out, istanbul life hatim indiriyorum.
Bu sefer merakım ikiye katlanıyor.
Gece gitsem akşamüstü gitmediğim için, akşamüstü gitsem hiç kahvaltıya gitmediğim için merak içindeyim...
Baharda gitsem karlı halini hayal ederim.

Demirören pasajı açılmış mesela.
Ne olabilir ki diyor bir yanım diğer yanım ilk iş buraya da gelmek lazım diyor...
Bir cafenin önünden geçiyorum atıyorum salı akşamı jazz keyfi diyor bakıyorum perşembe uffluyorum...
Ama hala Galatasaray Lisesinden aşağısını seviyorum.
İstiklal'de cidden sabah h.içi yürüyüş yapmak çok mest edici olur ama öğleden sonra değil.
Eski mekanların yeniden canlandırılmasını seviyorum...
Artık interland daha da büyüyor, şişhane, tophane ve karaköy'de de yapılacaklar ve görülecekler var.
Cihangir başka bir merak konusu zaten.
Bir algı cümbüşü...
Trafik yüzünden h.sonu tercih etmiyoruz , h.içi zaten sistem malum, Kaan'a uzak olmama seçimi.
Nasıl olcak bu 3 ayda 1 gitmelerle bilmem. 
Hep bir hasretlik, hep bir yetmezlik...

ALTIN KIZLAR HAMAMI HAYALİ...

çocukluğunuzun veya gençliğinizin birlikte geçtiği arkadaşlarla sonradan eklenenler arasındaki BARİZ fark çok çok nadiren kapanıyor.
hangisi gerçek dost ? ille de eskiden taşınan diye diretmek anlamsız ...
ama şu var ki; eğer yerinde ve zamanında iki taraftan biri törpülenmeye başlarsa eskinin tadı başka.
geçenlerde fakına vardığım başka bir nokta da..
ben eski arkadaşlarımın annelerine de çok düşkünüm...
EYLEMSEL değil ama HİSSEL...
onlarla ayrı kaldığımda onlara ait herşeyin dışında annelere de özlem çekiyorum.
oğlum şu an liseden yakın bir erkek arkadaşımın kızıyla arkadaş oldu.
annem ve babaannesi geçen gün onları birlikte jimnastiğe gittiler.
ben Serpil Teyze'nin benim belki de dışarıda kutlamaya gittiğim ilk doğumgünündeki özenini, ev poğaçasını, sakin gülümseyişini , nezaketini, Bora'yı binbir kızgınlıkle bazen de hesap sormak için aradığımda o telefon açışındaki sukunetiyle kendimi nasıl frenlediğimi bilirim...
şimdi o Alya'nın babaannesi...
Annem Alya'nın babaannesi sanki biraz daha durgun olduğunu söylediğinde ben Serpil Teyze'yi ne kadar sahiplendiğimi o'na birşey söylenmesini istemediğimi farkettim.
Oysa ki birşey de demedi annem.
Sonra Ayşe Sultan var zaman zaman aklımda.
O'nun telaşlı ama azimli , rekabetçi anneliği... Gülnur kadar nazım geçer- Gülnur kadar nazı geçer bana.
Üfoyu da çok seviyorum. Oğlum hatta üfoyu daha sık görsün burada olsa da bazen onda kalsa istiyor canım.
Senem'den gayrı bir bağlılığım var Üfo'ya. Hani hastalanınca falan bana ait birşeye birşey olmuşcasına kitlendiklerimden. Çok rahat hissediyorum yanında kendimi.Öyle saatlerce otururum yıllar geçse de.
Ayfer'in annesi, o Türkan Şoray gözleri...Bade'cim deyişi babamın kadıcağızı bizim yüzümüzden azarlaması...
Bir de o'nun Hülya Teyzemin ilişkilerle ilgili söylediği söz ...O zaman 15 yaşında falanım...Bade'cim bal olsan ne kadar yenirsin bir düşün demişti. Öyle evlilikle ilgili bir sorunu olan bir kadın değildir. Ayfer'in babası ilkokul aşkı ile evlendiğini hep söyler ...Bu lafa ben hala döner dururum.
Esra'nın annesi İclal Teyze. Ne zevzekliklerimizi ört pas etmiştir.
En çok ama en çok Arzu'nun annesini anladım.
En deli zamanımızda gözlerindeki kaygıyı, sevgiyi, muzipliği, fedakarlığı...
Sesini duyduğumda ne gereksiz geldi uzak kalmam.
İçim cızzz...
Nasıl özlemişim...
Özlüyorum ben arkadaşlarımın annelerini özlüyorum...
Barbaros yıllarca bekar arkadaşlarımız partnerlarından ayrılınca biz şimdi niye diğer tarafla görüşmüyoruz diye hayıflandıydı, tabi sevdiği biriyse, zaten ayrılınan kişi bir haksızlık bir yanlış yaptıysa arkadaşınız affeder de siz affedemezsiniz.
Ben de annelerle daha çok görüşsem valla daha yumuşak daha makbul biri olurum...
Ve bu saydıklarımı bir araya toplasam birbirlerini de nasıl severler...
Bi de ortalarına son yıllardaki favorim Servet Teyzeyi oturtsam...
Alsam hepsini hamam gitsem.
Herkese hamam kese köpük hediye etsem.
Onları seyretsem...
Yenilerden Ayşe Teyzeyi de çağırsam...

Valla NLP'deli mükemmellik çemberinden daha yeğ...
Çok sevdim bu hayalimi...

13 Ekim 2011 Perşembe

anne meni filme cöcür...

Kaan hoşçakal de anneanneye sinemaya gidiyor dedim.
Demez olaydım...
Ben de, ben de, ben de...
Bu aralar böyle.
Kaan tutturdu mu, tutturuyor...
E hadi o zaman boşuna şehrin içinde olacağız diye dövünmemiş olayım bari dedim.
Atladık, sinemaya.
Kaan'ı ilk Şirinler'e götürdüm bundan 2 ay önce.
Bayıldı.
Arkasından Arabalar'a , hipnotize oldu.
Şimdi Aslan Kral Simba'yı izledik...
Öyle komik ki...
Artık çizgi filmler 3D.
Gözlükle izliyor, bazen sıkılıyor, filmin ortasında anneeee tut munu tut diye veriyor gözlüğü.
Mısır yiyor, su içiyor.
Anne ne omdu? diye bağırarak filmin ortasında soru soruyor.
Simba kükreyemedi küçük olduğu için.

Kaan çılgınca kükrüyor salondan ekrana Sinba'ya kükremeyi öğretiyor.
Çizgi Filmleri hep çok severdim.
Şimdi bu görüntüye hayranım.
Dikkatine, konsantrasyonuna, saflığına...
Harika şeyler yaşatıyorsun annem...
En güzel filmler senin olsun...

Kalbim Boğaz'da Kaldı...

İstanbul'un çocukları birbirleri ile üniversite hayatı ile tanışırlar.
Karşı tarafın çocukları ile İstanbul çocukları.
Kadıköylüler'le, Beşiktaş'tan Mecidiyeköy'e devam edenler.
Üniversite hayatında karşı taraflı arkadaşlar edinilir.
Vapurla, Taksim dolmuşu ile ya da Bostancı :) köprü geçilmeye başlanır.
Her 2 tarafa geçenin de dönüş vardır kafasına.
Vapur saatleri, dolmuş saatleri, 212 saatleri bilinir.
Öğrenciyken köprüdeki sıkışıklık can sıkıcı değildir. Daha çok sohbet edilir, daha çok müzik dinlenir  neticede  iş saatlerinde geçmek çok da sık başına gelmez insanın.
Avrupa yakasında doğup büyüdüyseniz Anadolu yakasına geçtiğiniz de yuvarlak bir döngünün içine düşmüşsünüz gibi gelir. Dünya evet yuvarlaktır Anadolu yakası hepten yuvarlaktır :)
Biz Kadıköy'den dolmuşa binip Gülnur'la Kalamış'a bir tatlı huzur almaya gitmek istemiştik, epey yol gittik arabada kimse kalmadı, neredeyiz demiştik adam Bostancı demişti, biz Kalamış'a ne zaman geliriz dedik, döneceğiz demişti :)) Dönüp Kadıköy'e gelmiştik...
Dershaneden arkadaşım Erenköy'de oturuyordu, doğumgününe gelmiştik , tek Avrupa yakası insanı bizdik.
Anadolu yakası gençleri dingin ve rahattırlar bizler huzursuzduk. Yakamızda değildik dönecektik :)
Kermo ile ilk çıkmaya başladığımızda bir pazar beni fenerbahçe romantikaya götürdü , içimden Yıldız Parkının düz ve önünde deniz olanı diye düşünmüştüm.
Başka bir gün Bağdat Caddesindeki Kristal'de ( starbucks olmadan ) hamburger yedik , nişantaşı piknik büfenin hamburgerinin aynısı ama burada oturma yeri çok diye düşündüm.
İş hayatına atılınca Kadıköy'lü arkadaşlarınızı hep bir taksime götürme onların da sizi vapurla Kadıköy'e geçirme motivasyonları olduğunu görürdünüz.
Huzursuz oluyorum demişti birgün Buket. Vapurdan iniyorum Beşiktaş'a geliyorum huzursuz oluyorum.
Evet Avrupa yakası huzursuzdur. Daha telaşlıdır. Yolları daha karışıktır. Yuvarlak ve paralel değil, dağlar denize dik :) bir tarzı vardır. Herşey daha uzun sürer. Alternatif çoktur. Önce birşey Avrupa yakasında olur. Bir mağazaya caddede yeriniz var mı diye sorulduğunu görürsünüz. Oysa ki caddedeki tüm mağazalar zaten Avrupa'da vardır bu soru sorulmaz.
Evlendikten sonra Anadolu yakasına taşındık. İlk sebebi gerçekten oturacak semt bulamayışımız seçtiğimiz, Yeşilköy, Etiler ve Gayrettepe gibi semtlerde bizim maaşımızla ödeyebileciğimiz kiralardaki evlerin EV olmayışıydı.
Bize Bostancı'daki Deniz manzaralı şimdi baktığımda maksimum 90 m2 neti olan ev o zaman leb-i derya salon salomanje gelmişti. Aşık olmuştum ben.
Bir Avrupa yakası çocuğu olarak çok sevdim ben Anadolu yakasını. Gemileri, Treni, Trenin kestiği yollarda kaybolmayı, Dalyan'ı, sahil yolunda bisiklete binmeyi, dolmuş rahatlığını. Kozyatağı- İçerenköy denklemini çözdükten sonra hayat çok basittir bu yakada.
Şimdi 10 yıl oldu. 22 yıl Avrupa'da , 10 yıldır Anadolu'da yaşıyorum.
Gece eğlenceleri değilse beklenti yemek yemekse herşey elimizin altında.
Son 2 haftadır İstanbul'un en çok İstanbul oluşunu tamamlayan şeylere denk geliyorum hiç de özlemediğimi düşündüğüm Avrupa yakasında.
Geçtiğimi hafta 1 öğlen kermo ile yeniköy'de balık yedik.
Allah'ım nasıl bir güzellik, yalı restaurant..
Nasıl bir palamut...
Palamutluluktu resmen.
İşte o resim o manzara ve o balık ( belki ben denk gelmiyorum şans) bu yakada Koçosundan Lacvivertine hiçbir yerde yok.
Öyle bir şey ki İnsan neden bu şehrin azabını çektiğini o resmin ve o tadın içinde olunca anlıyor.
Sonra Nuran'la Sarıyer yolunda müşteriye gittik.
Hadi dedik ucundayız Rumeli Kavağında yemek yiyelim.
Herhalde nutkumuzun tutulması bu demekti.
1 saat gibi bir süre Gelişli'de oturduk ve midye yedik.
Yaptığımız işin , o yolu tepmemizin , hayatımızın anlamı yerine geldi.
Ben tam 34 aydır midyeyi Bodrum dahil ağzıma sürmemiştim.
Çıtır çıtır çocukluğumdaki gibi.
Babam hafta sonları kavağa götürürdü bizi ondanmış Midye bulamıyışım.
Gitmiyorum ki hiç...
Yeşilin maviyi sarmalladığı, karadenize doğru açılan kooocaman bir ferahlık...
Bunu yaşamıyorsan gitmek istersin bu şehirden.
Bu şehri bu şehir yapan tam da bu...

Boğaz ve Avrupa'dan Boğaz'a bakmak...
Anadolu yakasını evet tek geçerim ama aslan payını bu sebepten Avrupa almış yapacak birşey yok.
Keşke trafik olmasa keşke bunlar 3 yılda 1 yapılabilecek şeyler olmasa da anlamlı olsa İstanbul'da olmak.
Yeniköy'de bir emeklilik evi, boğazda yapılan bir yürüyüş, Kavak'ta öğlen yemeği...
Kutsal üçgen budur....
Kutsayalım, tapınalım ...

11 Ekim 2011 Salı

çok isterdim.....çok isterim....

  • 3 günde 1 , Yarım Saat Erken evden çıkıp düzenli fön çektirmeyi...
  • Çorapları çiftleri ile eşleştirip makineye atmayı...
  • Ara ara değil süreki düzenli ve bana uygun beslenmeyi...
  • Günde 10 dakika kitap okumayı...
  • Üşenmeden her gün blog yazmayı...
  • Blog yazamıyorsam da o gün aklımdan geçenleri cebime not almayı...
  • Kredi kartı ödemelerimi düzenli takip etmeyi...
  • Haftada 1 annemle konser, tiyatro veya sinemaya kesinlikle gitmeyi...
  • 3 günde bir oje yenilemeyi..
  • Rafta duran sınırsız kremi düzenli ve layığı ile kullanmayı...
  • Sitemde spor salonu varken günde abartmadan 20 dakika yürümeyi...
  • Para çekmeyi unutmamayı...
  • 19'dan sonra birşey yememeyi...
  • Haftada 1 , 1  saat Remzi Kitabevinde şuursuzca dolanmayı...
  • Ayda 1 cilt bakımına gitmeyi...
  • Ayda 1 kız arkadaşlarımla akşam plan yapmayı
  • 62 kg olmayı...
  • Tılsım'ı düzenli veterinere götürmeyi...
  • Haftada 1 eşimle dışarıda yemek yemeyi...
  • Haftada 1 evde güzel bir yemek yapmayı...
  • Arabamı düzenli tutmayı...
  • Cdlerimi düzenli tutmayı...
  • Takılarımı düzenli tutmayı...
  • Küpelerimi kaybetmemeyi...
  • Tokalarımı kaybetmemeyi...
  • İnce çoraplarımı elde yıkamayı...
  • Ayakkabılarıma iyi davranmayı...
  • Ayda 1 gece sabaha kadar eğlenmeyi...
  • Ayda 1 üşenmeden adaya gidip yürümeyi ( mevsim ne olursa olsun...)
  • Ayda 1 Yıldız Parkında saatsiz takılmayı...
  • Ayda 1 klise gezmeyi...
  • Ayda 1 babaannemi görmeyi...
  • 6 ayda 1 anneannemi görmeyi...
  • Haftada 1 tam gün evden hiç çıkmamayı....
  • Haftada 1 Buğra ile kahve içmeyi...
  • Ayda 1 hafta içi gün ortasında kocamla buluşmayı...
  • Koçluk ve NLP notlarımı okumayı...
  • Haftada 2 tane 40 dakikalık koçluk görüşmesi yapmayı....
  • haftada 1 ev için taze çicek almayı
  • haftada 1 Kaanla balık yemeyi
  • 3 ayda 1 hafta sonu kermo ile başbaşa bir yere gitmeyi
  • 6 ayda 1 3 günlüğüne yurt dışına çıkmayı
  • haftada 1 kalamış veya fenerbahçe parkına Kaanla gitmeyi
  • sevdiğim dergileri almayı ihmal etmemeyi
  • abartmadan -koşmadan -sakin sakin
  • ara ara değil hep
  • kendiliğinden böyle yaşamak istiyorum

Kim Tutar'LI ....?

Hayatım boyunca bir öyle bir böyle olmamak adına saplanmışım TUTARLI olmaya.
Babamın çok değişirdi fikirleri; oradan kalma bir değer oluşturma neredeyse HASAR boyutuna varmış aslında.
Babam birini anlatırdı yere göğe sığdıramazdı, şöyle adam , böyle adam, aman ne adam...
3 ay sonra inanamazdım , birini anlatıyor olur, kazık yemişiz ailecek , aaa kazığı atan; bu bizim 3 ay önceki muhteşem adamın ta kendisi.
Bu çok ürküttü beni.
Ya da sayısız ticaret denemelerinden birini başlatacak anlatıyor anneme, bu kadar pazar var, alıcı böyle hazır, alt yapı şu kadar iyi. Yine 2 ay sonra piyasa çok kötü Nükhet derdi...
Korkunç gelirdi bu bana.
Ailesi ticaretle uğraşmış pek çok arkadaşımda var bu arıza.
Kimi güven arıyor, kimi para biriktiriyor, kimi sağlam geliri olan koca, kimi kendisine sağlam bir iş vs vs vs hepimize başka birşey bırakmışlar.
Baktım kendime TUTARLI olmayacak söylediğim diye aklım çıkıyor.
Oysa ki fena halde biliyorum değişmeyen tek şey değişim.
Gelişimin olduğu yerde değişim olmak zorunda.
Korkutmuş beni değişen fikirler.
Hep bir SÖZ üzerine uzlaşma istemişim aslında.
Aralayınca kapıları , didikleyince zamanla, rollerle , durumla değişimin tutarlılığı gölgelemesine takılmamam gerektiğini gördü gözlerim.
Aynı olmayanla tutarsız olan özdeş değil belki de...
Ya da TUTARLILIK kişiler ve olaylar üzerinden değil öyle büyük birşey sadece ve sadece değerler üzerinden yaşanabilir olmalı.
Herkeste ve herşeyde aynılık, özdeşlik, benzerlik aramak yanılgının ta kendisi.
Değişimi kimliğe saldırı olarak görmek aslında bağnazlığın başlangıcı.
Tutarlı olup güvenilir bir saha yaratmak adına fikri körü körüne savunmak totaliterlik.
Kendi içinde aykırılığın başladığı yer dilemmanın ta kendisi.
HUZURU deneyimlemek adına yaratılmak istenilen güvenilir sahada stabil beklentiler TUTARLI tavır geliştiriyor.
Sonrasında TUTARLI olmayan her adım HUZURU bitiriyor.
Ayşe'ye o günün şartlarında kızabilirim ve bugün anlayabilirim.
Bu benim geliştiğimi gösterir, tutarsızlığımı değil.
Ne çok incindim oysa ki ben karşı tarafı tutarsız sahada görünce.
Belki de feylosoflardı ortalığı karıştıran yine....
Doğrulukla Tutarlılığı aynı kefeye koyarlar çünkü...
Bir tanımla:
Bireyin bütün inanç, strateji ve davranışları tamamen uyumlu olup, istenen hedefe ulaşmaya yönelik olduğu zaman buna tutarlılık denir.
Kendi değerleri içinde tutarlı olmak yeterse hepimize kızmayacağız sanırım hiçbirşeye.
İşin içine empati girdi mi zaten diğer olup çıkıyorsun. Kimin tutarlılığından söz edeceğiz o anda...
Fikri Sabitliğe olan tepki nerede peki...
Tutarsızım, doğru insanım, esneğim , rahatım bundan sonra...

Annelik sisi

Anne olduktan sonra attığım her adımda ayağım ağır ruhum ağır benim.
İŞ dışında olduğum her an tüm yontulmalarıma rağmen hep bir suçluluk duygusu.
Öyle bir yaşantı ki, unutmuşum neyi sevdiğimi, neyi özlediğimi.
Tüm grup artık gece dışarı çıkma vaktidir deyip çektik isyan bayrağını o gece farkettim.
Anne olmak tüm kimliklerimden çok şey aldı götürdü elbette ama.
O gece anladım ki, en çok sevgili kimliğimi düşürdü benim.
Biz oysa ki hiç eş olmamıştık birbirimize.
Ağıza pelesenk olmuş SEVGİLİ hitabına gıcıklığım var ama şimdi görüyorum net olarak bizi.
Biz çok iyi ev arkadaşıydık, resmi nikahı da aradan çıkartmış olan birlikte yaşayan sevgililerdik eşimle.
Birden annelikle EŞ olmayı bekledim ...
Tuhaf birşey EŞ olmadan BABA olmasını bekledim eşimin.
İçince , gezince , ortada eş durumunda ötürü ortak bir borç yoksa, Kaan konumuz olmayınca , işin içine anneler , babalar, kayın valideler , kayın pederler girmeyince fazlası ile alışkınız biz birbirimizin ritmine.
Var hep bir itirazımız ama itirazlarımıza kızgınlıklarımıza bile alışkınız.
Beklentilermiş ya bizi hayal kırıklığına uğratan.
Bilmiyorum ne beklediğimi de.
Zor ama çok zor...
Evde vakit bile geçirmemiş bir çiftin çocuk büyütürken apışıp kalmaması.
Zor olanı atlattık ...
İzler kaldı, yaralar aldık...
Büyüdük, olgunlaştık, vardır bir hayır...
Ama  çok yorulmuşum ben meğer.
5. kadehten sonra amaaaan ne olmuş ki uyumuştur çoktan Kaan dedim o gece.
Saat 23 suları + alkol + eğlence anne kimliğim düştü.
Nasıl hafiftim...
İş sırasında böyle değilim anne anne yaşamıyorum orada sahneleri ama orada da çok ağır bir sorumluluk ve yük altındayım ben.
Daha çok bu kimlikten sıyrılmak hem akıl sağlığı hem de sağlıklı bir anne olmak için de şart.
Başarırım umarım...
Umarım başarırım...
Bir sis bulutu ne yaşadığımı nasıl yaşadığımı hep gölgeliyor.
Belki katlanılamayacak zorlukları da gölgelemiştir böyle düşünülürse...
3 yaş sonrası dağılan sisin ardından nasıl bir ben çıkacak merak ediyorum...

1 Ekim 2011 Cumartesi

yine 69.7...

Bu benim resmi rakamlara göre son 5 yıldır koruyabildiğim kilom.
İşte pozitif Bade.
Bu kilonun Türkçe meali hassas tartı öncesi açıklaması 70'tir.
Bir ara o zamanlar tartılmıyordum bunun da üzerine çıktım sanırım.
Çünkü beni 70 kg görüp aaa çok zayıflamışsın diyen bir kitle var.
Hamileyken hamile olduğumu anlamayanlar da bu grupta.
Hypoglisemi olduğumu ve bunun ailemdeki pek çok şeker hastası olması datası ile birleştirilince kötü bir gidişat olduğunu anladığımda buna uygun beslenince bir ara 3-4 aylığına 66 kg'ya düştüm canım ben.
Herkes çok zayıfladın demişti.
Aslında aradaki fark 4 kilo.
Evet 4 kilo...
Evet 4 kg  bir beden.
Öyle bir beden ki sağlıklı bir 40 beden ile şişko bir 42 beden.
Git gel...
Evet glisemix endexe uygun yaşarsam kilo veriyorum.
Anlamıyorum işte .
Bazen yapabiliyorum ama çoğu zaman gündemin bu olması bile bana abes geliyor.
Sonra yine eşofman altı giyince kendime kızıyorum.
Aynı döngü 7 yıldır başımın üzerinde.
Sıkıldım , kendimden sıkıldım.
Doğadaki hiçbir canlı kendisine yeten limitlerin üzerinde yemezmiş.
İnsandan başka obez olan bir canlı yokmuş.
O öküz, ayı dediğimiz canlılarda bile yağ ve kas dengesi varmış.
Fil'de kocaman ama boyu var.
Ben hep bu + 5 kg'yi gizleyeceğim diye nereye kadar platform topuk huuu?
Evet haftada 2 saat tenis oynuyorum, oynayacağım da ama ben düzenli spor yapmam biliyorum.
Düzenli spor yapmam için kg vermek ve sağlıklı olmak dışında bir başlıkla birleşmeli.
O kadar çok sevdiğim bir arkadaşım da yok artık peşinden koştur koştur spora gideyim.
Oğlumla birlikte olmayı hep tercih ederim.
He o kg verdiğim dönemde mantıksal algı boyutlarının tepesinde Kaan'la dans ederken görmüştüm kendimi.
Dikkat yine Kaan'ın sağlıklı ve hareketli annesi olmak amacı var.
Bu da tutmadı sanırım.
Bir de beni son 5 yıldır tanıyıp eve gelip 26 yaş öncesi resimlerimi görenlerin artık kanıksadığım o tepkisi.
Çüşşş kızım nasıl bu kadar şişmanladın.
O resimlerde 60 kg'yım çünkü.
Çocukken annem bir gün karnın acıksın diye ağlardı.
Fırından ekmek alıp kopara kopara bizim dükkanın önünden geçmiş Neslihan annemin gözleri dolmuş ben Bade'yi bir gün böyle görecek miyim diye.
Şimdi fırından yeni çıkmış 3 ekmeği de yerim.
Yerim de niye...
Damak tadı değil bu.
Tatminse yuh diyorum daha ne arıyorum tatmin olacak.
Şu sitede 7 bina var, 7 binada140 daire ( Bitlis'te 5 minare gibi oldu )  yeminlen benim yaş grubumda en şişman kadın benim.
Kadoşa bak diyorum 3 çocuk doğurmuş incecik.
Sonra aman onunda suratı hep asık ne olmuş derken buluyorum kendimi.
Ama birinci dereceden yakın çevrem sıklıkla senin de kaşın hep havada diyor ne yapıcammmm?
Harbi kimseye onların anladığı anlamda kızmazken kaşım niye kalkık benim.
Doğuştan Ebru Gündeş kaşım vardır belki :PPPPP
Uzun olsa bi de öyle olurdu kim bilir...
T-shirt yaptırcam kendime ; kimseye sanıldığı kadar kızgın değilim yazan.
Valla değilim.
 70 kg'yim ve tam 42 bedenim ve 32 yaşındayım.
Ve ne yazık ki umurumda...

Eylem'e mektup....

Eylem, benim hesaplarıma göre 9 aydır Bingöl'de.
Koçluk antremanlarında akşam arkadaşları ile buluşmak, 1 2 kadeh bira içmek önceliği olan.
Starbucks'a uğramadan derse gireceğiz diye aklı çıkan.
90-60-90'm satışçıyım dikkatler üzerimde olsun sex kadının öncelikli ihtiyacıdır alt yazısı ile gülümseyen kadına her gün deli olan, bu konu ile hayatı kendine zehir edebilen EYLEM...
Yeni gittiğinde bana bir gece yarısı bir mms gönderdi. Eskiden siyak ucu tahta pompalar vardı, bu renk renk plastik pompalardan öncesi dönemde.
Eylem gülüyor, elinde bu eski tip pompa , pompaya bağlı 1,5 lt'lik su şisesi.
'Kızım ne yıldızı buralarda otellerde yıldız ne arasın ' yıldızlı otelinde odasını lahım basmış gece yarısı kendi de bu çözümle lahım temizliyor.
Ne kadar yoğun olursa olsun evi çamasır suyu koksun temiz olsun isteyen EYLEM, lahım temizledi.
Ve gülerek resim çektirip arkadaşlarına gönderdi.
Eylem'in eşi reklamcı , öyle bir çevresi var işte.
9 aydır ne eşini ne çevresini görüyor ayda 1 , 3-4 günlüğüne geliyor.
Yemeğe karşı koymak için bin türlü çözüm düşünüp istediği kadar sonuç alamayan EYLEM her şeyin diyetini yapıyor 9 aydır.
Tek  şansı değil. Zorunlu görevde değil. Devlet memuru değil tayini çıkmadı.
Call Center Eğitim Müdürü ve o'nun pozisyonunda İstanbul'da da onlarca kişiye ihtiyaç var.
O seçim yapıyor, Bingöl'ü seçiyor.
Hayatının en büyük eylemini yapıyor belki de gecesi ayaz Bingöl'de...
Bizim burada işle ilgili günlük şikayetlerimiz, sorunlarımız, yorgunluklarımız onunla kıyaslayınca şımarıklık.
Sabah 07.00'de kalıyor ve zaten yapacak hiçbirşey olmadığı için 23.00'e kadar çalışıyor.
Bazı insanları tanıdığımın 10. dakikası severim, hemen yıllardır benimleymiş hissi yaşarım Eylem'de de öyle olmuştu.
Şimdi arayamıyorum ama her sabah arabaya bindiğimde Bingöl'de hava nasıldır.
Beyaz t-shirtleri elde yıkanmasına rağmen yine de bembeyazdır diyorum.
Ev bulmak çok zor Bade dedi. Ya cemaat olmalısın ya da...
İlk giderken ki , cümleleri oradaki çocuklar için iş fırsatı ve ben onlar için çalışıyor olacağım demişti.
Ne güçlüymüş bu cümlesi.
Evet biraz İstanbul'dan, kurumsallaşmasın verdiği yozlaşmadan, kilodan, yabancılaşmadan , dedikodudan , ailenin beklentilerinden kaçış da var ama en büyük gücü o'na bu cümle veriyor.
Bazen bana akıl danışıyor, dert yanıyor.
Duruyorum.
Öyle bir nokta ki, o ve o'nun bu amacı gerçekleştirmesindeki gücü beni yavru kedi görünce ağlayan 45 kg bir kızmışım gibi hissettiriyor.
Bade olarak vazgeçebileceklerimin sahası aslında o kadar dar ki.
Ben kimim senin gibi bir güce tavsiye vereyim alt yazısı geçiyor beynimdeki prompterdan.
Dün aradı ve şimdi YOZGAT'a gideceğim dedi.
Gözümün önüne YOZGAT denince 2 zehir gibi çocuk geliyor.
Turkcell'in İç Anadolu Bölge Müdürlüğü'ne bağlı kendi şehirlerinde çalışacak Üniversite mezunu 2-4 yıl deneyimli kişiler arıyorduk.
Telefon mülakatlarında 2 kişiyi short liste bırakmıştım.
Ankara'da ( o zamanlar ben de 23 yaşındayım ama yine kendimi 35 hissediyorum.) Bölge Müdürü ile görüşme yapıyoruz. İç Anadolu'nun her şehrinden Konya, Karaman aklınıza neresi gelirse görüşmeler yaptık ama ben tesadüf müdür anlamadım 2 Yozgat adayı da zehir gibiydi.
Biri kız diğeri erkek. Verdikleri cevapları, amaçlarını, hırslarını ama hemen aynı yaşta olmamıza rağmen saygılarını asla unutamam. Tek kişi alınacaktı ikisinden de vazgeçemedik ikisini de aldık. O gün işimle ilgili yaşadığım hazzı unutamam.
İstanbul'da bu işi yaparken asla böyle birşey hissetmedim.
Çalışmaya iş sahibi olmaya değer vermek.
Çok çalışmak istemek.
Eylem'de aynı duyguyu her gün onları işe alarak ve işte yol göstererek meslek sahibi olmaları için destek vererek yaşadığından bu zorluklara rağmen gelmeyecek.
Bingöl'ü üstün başarı ile tamamladı, şimdi Yozgat'a geçecek.
Takdir ediyorum, gurur duyuyorum, gıpta ile bakıyorum, imreniyorum.
Cengiz Hoca sanırım 3. sınıftaydık, hayatınızda kendinize yapacağınız en büyük iyilik sahip olduklarınızı arttırMAMAnızdır demişti.
Her anlamda.
Sahip olduklarım çok benim.
Sahip olduklarımın altında belki de ezilmişim farkında değilim.
Aslında neye sahip olmak isterdim bunu çözmek bile uzun zaman alır.
Aslansın Eylem ve tanıdığım bütün kadınlardan hatta bütün insanlardan daha güzelsin...

29 Eylül 2011 Perşembe

NŞA Denek A Cahil Olur...

yaşadığınız veya yaptığınız şey sizi ne kadar olumlu yönde etkiliyor farkına varın...
sonuç : gazete okuyamıyorum...
ne zaman elime alsam mideme ağrı giriyor, sinirim bozuluyor, etkileniyorum, sarsılıyorum...
yol boyu o haberi düşünüyorum, zor kurtuluyorum.
bir gazede ekonomi haberleri dahil eğer advertorial bir alt yapı yoksa zerre kadar olumlu veya besleyici bir yazı olmaz mı?
kimse bunun farkında olmaz mı?
bize lisede farklı olanı haber yapabilirsiniz derlerdi.
klasik örnektir, herkes bilir köpeğin adamı ısırması haber değeri taşımaz ama adam köpeği ısırırsa haber değeri vardır.
benden başka eminim yığınla insan farkındadır, o kadar birbirinin aynısı, kötü, olumsuz ya da anlamsız haber var ki.
gazete okumadan gündemden haberdar olmayan duyarsız bir varlık gibi hayata devam etmek de benimle çelişiyor.
hadi diyorum işim için okuyayım ,yaş da ilerledi ekonomi sayfalarını takip edeyim.
burada da Dünya batıyor, Türkiye batıyor , Yunanistan yanıyor, arabaya binip benzin harcamaya korkar vaziyete geliyor insan.
köşe yazarlarının yorumlarını tarafsız bulamıyorum, sıkılıyorum.
köşe yazarlarını ve ideolojik yaklaşımlarını bilmeyenlere ben yıllarca cahil dedim okumazsam kim ne diyor nasıl bileceğim ya onlar da benim gibi değişiyorlarsa endişesi taşıyorum.
kuaför çalışanlarını çok seviyorum ama benden beni her gördüklerinde aynı sevimlilik performansını beklediklerinden en büyük kaçışım dergiler ve ekler.
bunları öyle bir didik didik okuyorum ki ; oğlum doğduktan sonra ya starbucksta ya da kuaförde bunları okuyorum ben allla'mmmmm....sanırsınız tez aşamasındayım da ciddi birşey araştırıyorum.
magazinel bilgim günbe gün takdire şayan bir ilerleme kaydediyor ama sosyo kültürel, politik her başlıkta hızla geriliyorum.
hayatını hey girl ya da blue jean gibi dergilerle dolduran genç kızların orta yaş versiyonu mu oluyorum yoksa...
korkuyorum.
50'li yaşlarımda biri bana hatırlarsın 2011'de de bu konu gündemdeydi hatta CHP'nin tutumu bu olmuştu dese aval aval bakarım.
Ne oldu bana.
Olumlu duygularla beslenmek adına gamsız baykuş mu olacağım? diyorum...
Dün yine olmaz böyle bak 2 satır dedim.
Erzurum'da ki çocuk hikayesine denk geldim.
Yeni Yüzyıl vardı ben gençken keşke bozulmamış hali ile o çıksa yeniden...
Radikal'de bulamıyorum hala o eski tadı.
Eskiden haberi haber olarak okuyordum da şimdi mi herşeyi üstüme alınıp daralıyorum ben miyim değişen ?
Televizyon da açmama kararı aldık bu arada.
Kaan büyürken etkilenmesin diye.
Sünger BOB bile DEHAB ( dikkat eksizliği ve hiperaktivite bozukluğu ) yapıyormuş . Çok zor da kalırsak günde maksimum 40 dakikayı aşmamaya bazen o'nu bile açmamaya çalışıyoruz.
TV yok gazete yok dünya yansa haberim yok.
Bakalım 2 yıla kadar ne olcam ben?
Denek A 'yı İzleyelim görelim...

25 Eylül 2011 Pazar

SABRIN SONU SELAMET....

Bugün gazetede okuduğum bir yazı tam olarak neye kızdığımla yüzleştirdi.
Bir müzisyen çift 5 yıldızlı otellerde jazz söylüyorlar ama denizde olmak istediklerini anlıyorlar tekne alıyorlar ciddi borçları oluyor bu amaç uğruna heryere haber salıyorlar oyun havasından Türkçe popa her tür söylerek düğünlerde para kazanıp borçlarını ödüyor ve amaçlarına ulaşıyorlar. Bu süre zarfında bu işi yapmak zorunda oldukları için adam ülser oluyor ( bu da olmasa muhteşem bir hikaye...)
Bu hikayeyi okuyunca takdir edince zaten böyle olmalı deyine hayata yine sonuç noktasından baktığım gerçeği bir kez daha su yüzüne çıkıyor.
Oysa ki benim yakınımdaki insanların çoğu sürecten zevk almaya odaklanmış durumdalar. Bu süre içerisinde yaşadıkları hayal kırıklıklarına ortak olamıyorum. Sinirleniyorum. Pasif Agresif bir düzleme geçiyorum.
Hayatımda olanların şikayetlerini dinlerken ki şurada zaten şikayetleri dinlerken benden çözüm bulmamı beklemediğini karşımdakinin bazen sadece konuşmak için konuştuğunu bazen şaşırmamı istediğini bazen benim de benzer şikayetimi duyarak tatmin olduğunu anlamam bile maksimum 3 yıldır.
Şimdi geldiğim noktada ise O SON NOKTA tatmin noktası değilse bu sevmediği süreci yaşaması anlamsız geliyor yok TAM DA İSTEDİĞİ UĞRUNA hoşlanmadığı bir yolculuk yapıyorsa şikayet etmesi yine anlamsız geliyor.
Bunu her an yaşıyorum. Özel ilişkilerimde duvara toslayıp hayal kırıklığı yaşayarak geldiğim boyutlar dışında beni pek az şey tereddütte bırakıyor. Tereddüt anı sürekli bir kontrol aşaması bana zaman kaybı ve aşırı itina gibi geliyor. Şu eğitimler frenlemese beni 'mıymıy' tanımım yapışmak üzere o kişinin üzerine.
Bu çiftin yaptığı bana çok doğru geldi. Çok başarılı geldiler. Şarkı söyleyebiliyorlar sevdikleri türü zaten söyleyebiliyorlar ama bu istedikleri parayı getirmiyor rotayı kırıp amaca hizmet eder hale geliyorlar. Oysa ki benden başka bu yazıyı okuyan adamın ülser olmasından ne kadar zorlu bir süreç yaşadıklarına takılabilir.
Ve zaten hayatımız süreçlerin içinde bitmiyor mu?
Bende zaten istediğimiz sonuçlarla o sonuçlara ulaştıran süreçlerin zaten zıtlığı içinde barındırması gerekliliğine dair muhtemel yanlış bir inanç ta var.
İyi yemek yapmak...Hemen yamakların usta olana kadar saatlerce kısık ateşte dibi tutturmadan karıştırmaları gelir aklıma bu yoldan geçerler ve usta olurlar.
İyi sporcu olmak...Karete Kid'de Bay Miagi'nin boya yaptırması gerekmiştir :)
İyi balerin olmak...Hemen siyah kuğu sahneleri dolanıyor gözümün önünde
Başarı için çok çalışmak gerekir...
Bu inancı nasıl oluşturdum bilmiyorum.
Çünkü ben başarılı bir öğrenci olarak asla sınavlara çok çalışmadım.
Okulu bu kadar dönülecek bir yer olarak hatırlamamın ardından derslerden sonsuz bir zevk almam ve muhteşem bir tiyatro eseri izliyor gibi hocalarımın el kol hareketlerini bile hafızama kaydetmemden mi kaynaklı yoksa ?
İş hayatında işimize gelmeyen onlarca sahnede tepkisizliğim nerede edindiğimi hatırlamadığım bu inanca bağlı.
Sürecin içinde sonsuz bir zevk aramamız bana abesle iştigal geliyor.
O yüzden de zaferleri sonuçları kutlama konusunda beklentim yüksek.
Zaten o sonuç için yaşayan ben bir de üzerine layığı ile bir kutlama ile karşılaşmıyorsam performansımın bittiği andır.
DHL'in personel yönetimindeki en büyük başarısı buydu ya da benim kanımla uyuşan.
Can çıkaran süreçler TAÇ takılan sonuç anları.
Şimdi Erol Hoca en can alıcı soruyu sorduğunda....
'Peki iyi evlat yetiştirmek için annenin eziyet çekmesi gerektiğini nereden çıkardın ?'
Bu soru her ana uygulanırsa ....
Ya birileri hep diğerini buna inandırıyorsa...
Aykut OĞUT'un kitabında da şu vardı. Çok para kazanmak için çok çalışmak gerektiğine inandığım için çok çalışıyordum diyordu. Oysa ki bu inancını değiştirdiğinde az çalışarak da ne kadar çok para kazanabildiğini deneyimlemişti.
Geliri iyi olan arkadaşlarım çalışmaktan şikayetlendiklerinde iyi de sende bu parayı kazanmayı tercih ettin diyorum.
Ya o ya bu gibi.
Aslında iki seçenek yok ortada.
Bu adam oyun havası söylemek gururunu incitti de mi ülser oldu bilmiyorum röportaj bu duyguyu vermek istiyor gibi .
Ben niye gastrit oldum onu bile bilmem zor.
O sonuçlar o hedefler varsa yürünen yolda biraz daha yeşilden yürümek yolu uzatma hakkını kendinde görmek, bilgi katmak, baharat serpmek, koku eklemek, fonuna müzik koymak, zevkini arttırmak için elimizden ne geliyorsa yapmalı bunu görüyorum artık.
Sadece sonucun zaferini değil sürecin tadını çıkaranların canları acımıyor resim ortada.
Mantık koşulları içinde diyor şimdi iç sesim.
Ticaret yaparken bir operadaki ihtişamı kovalamak olmamalı.
Eziyet çekmemekle gamsızlık arasındaki sınır gibi tanımım.
Esnemekse benden bu kadar...

22 Eylül 2011 Perşembe

kadınların kadınlara eziyetini takdimimdir..

Hep birilerinden duyarım kadının düşmanı kadındır diye ama pek sallamam gelgelelim benim bunu idrak sürecim hamilelik zamanında annelik eğitimine gitmeme denk düşer.
Doğum ile ilgili seçenekleri anlatan erkek doktor soruları cevaplarken bir an isyan etti. Ya siz kadınlar neden hep birbirinize kötü şeyler anlatıyorsunuz dedi. Normal doğum zor çok acı çekersin, sezeryan kötü ayağa 15 günden önce kalkamazsın, uyuyamazsın, 40'ı çıkana kadar çok zor ..zor..zor...zor....
Bu süre zarfında her kadın diğer kadınlar tarafından resmen ablukaya alınıyor.
Anneler ve kayınvalideler doktorunuz ne derse desin sizi normal doğuma teşvik ediyorlar. Ancak doğum teşvik ile olacak iş değil.
Zaten DR ne derse o oluyor. He şu var , eğer doktorun sezeryan seçerse sen de o doktoru bile bile seçmekle ima ile suçlanıyorsun. Doğum normal birşey, yurt dışında yasak zart zurt.
Birşeyler biliyorsun boğazına tıkıyorlar. AAAAMMMAAANNNNN BİZ NASIL DOĞURDUK? Yeni nesil dayanıksız..Hastane daha çok para koparmak için yapıyo???( Normal doğumun daha pahalı olduğu seçenekler ki artık çoğunlukta )
Herkeste bir ön yargı. Bir kendi hikayesine saplanma.
Bir de hiç doğurmadan yorum yapanlar var. Benim annem valla beni şöyle doğurmuş...
Doğuran herkes kadın doğum uzmanı.
Bir kere şu var, yurt dışında doğum sırasında oluşan komplikasyonlarda hastane sorumluluk sahibi, Türkiye'de ise tek başına DR. Dolayısı ile en ufak bir olumsuzlukta sezeryan anne için riskli ! bebek için risksiz olduğu için DR tarafından tercih edilebiliyor. Ama bilen bu dersi alan bilir eğer anne kendisi sezeryanı seçiyorsa bir normal doğuma göre çok daha fazla uzun süren bir acıya evet diyor iki narkozun sonunun ne olacağının garantisi yok.Anne kendi için daha riskli bir tercih yapıyor bu da anlatılıyor.
Ben hep normal doğum yaparım diye çıktım yola Kaan dönmedi ve 4 kg doğdu yol çok bellliydi.
Ama ayy neden sezeryan seçtin diyenlere laf da anlatmadım.
Dün çok sevdiğim ve ekibimizden doğum yapan yaklaşık 5 ay kaburgası kırık halde hamileliğini tamamlayan kızımız için ayy amannn sezeryan mı yapmış denildiğinde o'nun adına içimde derin bir kırgınlık hissettim.
Ne dirayetli birine tanımadan doğum yapmadan dirayetsiz etiketi  koymak!
Üstüne kızcağızın durumunu anlatınca DR'u etiketlemek...
Ne olur herkes böyle özel durumlarda sussun..
Bazen sessizlik en iyisidir.

SADO MAZO BİR İLİŞKİ :)

Başlık bu sefer en çok eşimin dikkatini çekecek eminim.
Zaten ben hayatta ne yapıyorsam Allah için dikkat çekmek amaçlı yapıyorum.
Dikkat çekme konusunda ki tarihçem 4 yaşında oryantal kostümü ile gökçeadada restaurantta masalara çıkma öyküme dayanır. Hikaye o ki, ( vallahi bu sefer hatırlamıyorum annemin yalancısıyım :) ) ben masalarda göbek atarken Uğur Dündar geliyor oraya ve bana bayılıyor :)) Ondan sonra kendimi alamadım ben bu illetten...
Neyse konu bu değil sanki konu kimin umurunda.
Hayatta varsa yegane özgürlük alanım; bu blogdur kaarrdişim....
Benimdir benim kalacak bir saha.
Bazen kapısına çicek ekesim, duvar kağıdı kaplatasım geliyor ama pek de masrafsız gerek yok. Seviyorum blog seni...
Konum : tıpıhlı ayakkabılar...Benim vazgeçilmezim. Geçenlerde 2 gün üst üste acının dibine vurdum ve kendime nedir senin durumun diye bir kez daha sordum. Çok seviyorum hayatımda bu kadar acı veren ve vazgeçemediğim başka birşey olmamalı...
İlk hikayem 16.yaş doğumgünüme ait. Halam bana ne istersin diye sorduğunda annem ve babamdan topuklu ayakkabı için yüz bulamayacağımdan emin olduğumdan elime harika bir fırsat geçtiğini sezmiştim. Haftalardır Rumeli Caddesindeki Erol'un önünden geçiyor ve resmen taş rengi nubuk arkadan bantlı topuklu ayakkabı ile derin bir sohbet ediyordum. Halamı Erol'a götürdüm, bir bana baktı bir ayakkabıya,  o kadar topuklu ki, ben mi ayakkabıyı taşıyorum o mu beni belli değil. Ama halamın bana zaafı vardır ve ben bilirim.Annem makyaj yapmaz, düz ayakkabı giyer, kot insanıdır ama halam hele ki gençliğinde saçlarını sarıp yatarmış ve bigudileri açmak için her sabah 05.00'te kalkarmış. Hala budur :) çocukken tam bir çekmece renk renk inci kolyesi vardı dolar dolar dolaşırdım boynuma...İşte aslan hala kıyamadı bana bir de yanına aynı renginden çanta çekti mi heyy bee. Bu arada annem ve babam bana doğumgünümde giymem için gayet spor bir mini elbise almışlar.
Ben ayakkabım elimde eve gittiğimde gözleri yerinden fırladı. Annem inanamadı susakaldı da babam ne kadar zayıf olduğumu şişmanların topuklu giydiğini  mini ile düz giymek gerektiğini küçük olduğumu rüküş olduğumu yürümediğimi saçmaladığımı aldı başını gitti. Ama ben büyük bir aşk yaşıyordum Erol Nubuğumla...
Bu ayakkabı ile mazgallara girdim, otobüs basamağında bilek burktum, nubukla suya girdim tam bir tranie aşamasıydı.
Veeee kış geldi koşa koşa topuklu kovboy çizmesi aldım...
Düşe kalka büyüdüm.
Erol Altaca'da etüte kalırdık Gülnur'la ben o kış tam 4 kez o kovboy çizmeleri ile merdivenlerden uçtum.
Kendi dershanemden çok burada tanırlar beni...
Üniversite'de Harley Davidson ile tanışınca biraz ara verdim topuklu ayakkabılarla ilişkime.
Ama sonra tayt ve uzun dar çizme modası geldi ve özel sipariş topuklu çizmeler yaptırdım koşarak kendime.
Ayakkabıya hep çok para yedirdim :)
İşe girdim Nine West ve Demirel'in kapısında yatar oldum.

Para kazandım ayakkabı aldım.

Kavga ettim ayakkabı aldım.

Terfi ettim ayakkabı aldım.Düğün tarihim belli oldu hemen ayakkabı yaptırdım...

Dar burunlu sivri topuklu ayakkabılar yüzünden tırnağım battı ve çekilmek zorunda kaldı, gittim platform topuklu aldım.
Güzel ayakkabısı olan insanlara hep saygı duydum.
Mülakata güzel ayakkabı ile geleni hemen işe aldım.
İş çıkışı nevizadeye giderdik içmeye epese vakitleri :) acıdan İstiklal'de çıplak yürüdüm.
Topuklu ayakkabı olmadan benim için herşey yarım gibi.
Ama gerçekten bu kilo bu vücut hele ki L3 L5'te fıtık başlangıcı artık isyan halinde.
Deeerken çiçeeeğim, Lizbon'da ahan da Aero Soles dedi. Evet bana da ilk önce sinek kovucu gibi geldi.
İnsanlığın elektrikten sonra en önemli icadını gerçekleştirmiştir AERO SOLES. Ayakta alkışlanmalıdır.
Spor ayakkabı iç yapısında topuklu şık ayakkabılar üretiyorlar.
Ağlanacak bir buluşma anıdır. O dükkan o gün ben 5 ayakkabı ile çıktım. 1'i Nuran'a hediye...
4'ü benim sonuna kadar :) Türkiye'de Desa satıyor ama çılgın fiyat farkı yanında inanılmaz az çeşit var.
35 euroluk ayakkabı yalan olmasın hemen dönüşümde burada 159 TL idi.
38,5 numara aero soles her daim mutluluk...
İster koş , ister yürü, tıpığınla sen de çoş...
Elimde bu mevsime uygun 2 tane var.
Yine kamçılı kırbacı ile diğer ayakkabılarım her sabah beni karşılıyor.
Yapcak bişi yok...
Bağımlılıksa sonuna kadar...
Ayakkabılarım için yapılmış bir odam bile var.
Evet itirak etmelidir artık, ben ayakkabı almıyorum, ayakkabılar beni ele geçirmiş durumdadır...
Ve alınacak çok ama çok ayakkabı vardır...
Acımdan ölsem bile :)

15 Eylül 2011 Perşembe

Tek Taraflı Hafızanın Hasarı

Birşeye kızarken, birini severken , uzaklaşırken veya yakına alırken hepsinde ciddi bir hafıza ile hareket ediyorum.
Benzerlerinden yola çıkarak bir varsayıma ulaşıyorum.
Üniversite döneminden itibaren bir hareketin bazen bir yaşam tarzının altına yatan sebepleri düşünerek tepki veriyorum. Freud'dan mı kaldı, İrvin Yalom okudukça mı kanıma işledi artık bilmiyorum...
Böylelikle çoğu zaman bana benzemeyeni de anlama şansım doğuyor.
Bu şekilde bir kişiyi suçlamama sebeb-sonuç zinciri içerisine yerleştirme ; anlamlandırma imkanım oluyor.
Bu o gün içerisinde iz bırakan her olayda her adım için düşünmeyi gerektiren bir alışkanlık. Bu alışkanlık etrafınızdaki insanlardan vazgeçmemeyi de beraberinde getiriyor.
İnsanların çoğalması ile bu alışkanlık olaylar zinciri düşüne düşüne epey bir yoruyor. Daha olgun yaklaşımlar gösterme , daha anlayışlı olma, olur olmaz yorum yapmama gibi katkıları da şüphesiz.Beni hatalarımda bile kaybetmeme konusunda direnç gösteren yakınlarımın çoğunun bu özelliğimden dolayı vazgeçilmezleri arasına koyduklarının da farkındayım.
Durduğum, pes ettiğim savaşamadığım, direnemediğim, sahip çıkmadığım ilişkilerime ve anlarıma döndüğümde de altından bu alışkanlığın çıkmasına şaşırdım bugün.
Karşımda doğumunun, okuluna, arkadaşlıklarına başarı ve başarısızlıkları bir neden-sonuç zinciri olarak duran her insan benim ciddi EMEK süzgecimden geçmiş oluyor. O'nu bana yaklaştırırken resmen ilmek ilmek örmek söz konusu. EMEK verilmeyen bir ilişkiden doğal olarak beklentim de yok, sonsuza dek sürebilme potansiyel tezatını taşıyor böyle kurgulanan tanışıklıklarım. O benim için KENDİNDE BİRŞEY oluyor ( Kant'ın deyimiyle Ding an Sich ) ama diğeri BENDE BİRŞEY oluyor. BENDEKİ ŞEY'in ; o her ne ise veya kimse BENİ YADSIMASI , BENİ TANIMAMASI, BENİ BEN YAPAN ZİNCİRİ HATIRLAMAMASI beni küstürüyor.
İçimde kırgınlık,kızgınlık, isyan her birşeyi harekete geçiriyor. Adımı unutmak gibi. Ben o'nu nasıl yapılandırdıysam o da beni öyle kapsadı sanıyorum. Oysa ki bir yanım fena halde biliyor hayat algıladığınız gibidir. Siz nasıl algılarsanız sizin hayatınız ta kendisidir. Usandırıcı bir dilemma.
Ben bir sanatçıyı bile eski evlilikleri , ilk HEY GIRL yüz güzeli oluşu, kariyer hikayesi ile tanıyor ve seviyor veya eliyorum, hep dibindeyim, detayındayım resmin.
Kattığım herşey hafızalar bütünü.
Haksızlık ; benim hafızasızca hatırlanışımla başlıyor.
Herşey burada kopuyor.
Ama diyor içimdeki Bade 'ben senin için geceleri uykusuz kalıp aslında bana demek istediği budur sonucuna varmıştım, ben buna değmiyor muyum?'
Değer olmak...
Buna değer olmak....
Kim biçecek pahasını?
Hafızam var benim çoğu zaman iyi ki ve bazen ne yazık ki....

11 Eylül 2011 Pazar

Bazen Ezber Bozmak Lazım...

Bizim çift olarak eğlence hayatımız; hep Sinocanla tamamlanmıştır.
Şimdi geriye dönüp bende bu yeni insanlara karşı durma tavrı aslında o'na karşı bir tavır mıydı acaba diye düşünüyorum kafam bulanıyor.
Yıllarca o bir ortama gelirken hep şu soruları sordu ;
- yemekten sonra devam edecek miyiz? ( salt bir yemek tatmin edici bir gece değildir, ayrıca gece devam edilecekse yemekte karın şişer, şiş karın club ortamında görüntü bozar, devam edilmeyecekse ki devam edilmesi yönünde her zaman ortamı zorlar, yemeğe çok geç gelir siz otomatik olarak gece yemeği yiyor olursunuz, o ise şarap kadehi ile küp küp kesilmiş sakin haşlama makarnası ile geceye yeni başlar, kesin yeni bir konusu vardır, uykunuzu açar ve ayaklarınız o'nun peşi sıra başka bir mekana gidiyor olur..)
- kimler geliyor ? ( ve detayı...)
Biz de karı koca olduğumuz her ortama istisnasız gelen, zaman , mekan, maddi imkan demeden sakınmayan bunu da kendine GOCUNMAMAK lazım diyerek , belleğimiz SİNAN GOCUNMAZ şeklinde kazıyan yaklaşımına rağmen hep bozulduk.
Oğlum kimin için geliyorsun ? Geleceksen dostun biziz, bizim için gel.
Hayatımıza giren herkesi hemen akabinde hep Sinan da tanıdı.
YENİ İNSAN , YENİ İNSAN , YENİ İNSAN...
Öyle bir açlık ki asla doyuramadık kendisini.
Sonra ben başladım sanırım 25-26 yaş civarı benim arkadaşlarım bana yetiyor. Bu yaştan sonra zaten dost olmaz, tanıdıklar olur, yeni insanlar beni yoruyor gibi beylik söylemlerde bulunmaya.
Yaşadıklarım kısmen de haklı çıkardı hep beni.
Kaan doğana kadar bizim de bir ilişkinin cılkını çıkarma muhabbet sarıyorsa öyle ayda bir haftada bir değil neredeyse o kişi ve grupla her gün sonuna kadar buluşma potansiyelimiz olduğundan üstüne bir de Sinan'ın biraz daha , biraz daha , son kadeh talebi ile YENİ'yi maximum 3 ayda eskittiğimizden hemen bizce DEFOları, FOYAları ortaya çıkarıp soğuduk nicelerinden.
O zamanlar ben tek KİMLİK yaşıyorum, PROSEDÜREL yanıma ters gelen plan bozmalarını da elbette KİMLİĞİME saldırı olarak algılıyorum, Dünya benim değerlerimden mevcut sanıyorum...
Elbette kendime haksızlık yapmamalıyım bunun dışında çok da zülfiyare dokunulmadığında hep anladım karşı tarafı hak verdim ve de kendi durumu içinde değerlendirilmesi gerektiğine de inandım.
Gel gelelim dün gece TAKINTI boyutunda YENİ İNSAN'a işimin gereklilikleri dışında tepki geliştirmemle bir kez daha yüzleştim.
Bu sefer gitmem gereken ortamda Sinan da yok, konu tüm çıplaklığı ile karşımda...
İnsan seviyorum ama alışkanlıklarımı , bir cümle bile kurmadan anlaşabilmeyi , tanınmış olmayı , eski olmayı çok daha fazla seviyorum.

Dün gece kıramayacağımız bir EV PARTİSİne katılmak zorundaydık. Söz vermiştik ve ev sahibesi için orada bulunmamız önemliydi. Ben kendi  sesimi off ya yeni bir sürü insan hem de EV'in içinde derken susturmaya çalışadurayım , elbette bunu farkettiği an eşim de , ooofffff nereden başımıza açtık bu işi mooduna girdi.
Ayaklarımız bir ileri , bir geri.
Giyinemedim, makyaj yapamadım, zulüm yaşıyorum.Evde oyalanıyorum, çıkamıyoruz.
Eğlence kuşu kermo en son asansörde neyse hediyemizi verir eve gelir uyuruz dedi.
Ctesi gecesi oğlumuzu anneannesi ile kalma durumu bizim için altın değerinde bir an.
Biz tanıdıklarımız yok diye evde uyumayı tercih edeceğiz.
Çok komiktik.
Nice sunumlara, nice toplantılara katıldım, nerelerde tek başıma kaldım hiç bu kadar gereksiz bir yükü yüklenmiş hissetmedim.
Kendimi işim için de orada olmam gerektiğine inandırdıktan yaklaşık 40 dakika sonra makyajlı, giyinmiş, hediyeli ve vaktinde kapıdaydık...
Sonuç :
Öncelikle Bizi yemediler.
25-30 tane çok tatlı insanla tanıştık, bizi sevdiler, bizi anladılar ve bize çok güldüler.
Daralmadık, sıkılmadık.
İyi de zaten bizim başımıza hep bu gelir biz ne zaman konuyu bu hale getirdik işte bunu hatırlamıyorum.
Yeni biri varsa gitmediğimiz topluluk görüşmelerimiz vardır tarihte.
İş mi bizi bozdu, Sinan'ın abartılı tutkusu mu bilmiyorum.
Ama iyi ki ezber bozduk.
İlk kez böyle bir kalabalık YENİ İNSAN gecesinde SİNAN yoktu. Sonra bir baktım tabi ki ; imkansız kendi olmasa bile o'nun cdlerini getirmiş kermo, şarkıları çalınıyor.
Ah Sinan dedim kendi kendime, sen bu geceki YENİ İNSANları ve detayları :) kaçırdın ben belki de senin yüzünden yıllarca onlarca YENİ İNSAN'dan kaçtım...

10 Eylül 2011 Cumartesi

Delirmemiştim sadece çok seviyorum....

Dün beni önce evde sonra binada sonra sitede sonra da ataşehir yukarı dudullu arası sokaklarda elimde 5 kglik mama poşeti hışırtısı çıkartarak ve sürekli ara dere yerlerde dururarak, boşluklara, çalılara, inşaatlara karşı; kıızzzımmm, canımmmm, tııılsoooommm, annemmm derken görenler oldu.
Gözlerim şişmiş bazen de zaten o an ağlıyor vaziyetteydim.
Aynı yere 20 defa gittiğim aynı hareketi toplam 20 saat içerisinde usanmadan 100 kere tekrarladığım anlar vardı.
Evde resmen ilüzyon gördüğüm zamanlar oldu.
Oradan geçti mi ne? Şu havluların arkasındaki renk o'nun rengi? Heh tamam o ! aman Tanrı sadece renkleri aynı...
Sabahın altısında insanların evlerinin dibinde ruh gibi dip bucak süzülüyordum.
Eşim saat 04.00'e kadar bahçeyi talan etti, otoparkları.
Dün resimlerini siteye yapıştırırken böğürerek ağladım.
İşimi , işimle ilgili çok ciddi bir sorunu hiç ama hiç önemsemedim dün.
Çok sağlam değerlerimden birine haksızca ve anlamsızca bir saldırı oldu umurumda olmadı.
Çok beğenerek aldığım ve bütçemin üzerinde bir para verdiğim için çok kıymet vereceğimi düşündüğüm 2 mobilyanın nasıl durduğuna, doğru yerleştirilip yerleştirilmediğine, doğru gelip gelmediğine bile bakmadım.
Dün sabah hergün kızarak bizi 5'te uyandırdığın saatte otomatik olarak uyandım, ayağımı uzattım sen yerine boşluk vardı...
Su kabın doluydu ellenmemişti.
O'nu en iyi sen tanıyorsun , ne yapacağını en iyi sen tahmin edersin dedi Gülçin.
Böyle anlarda kendinizce bildiğiniz birşeyin dışarıdan kuvvetlice ve inanarak söylenmesi çok iyi geliyormuş.
Belli bir saatten sonra datalar karıştı herkes bizi başka birşeye yönlendirdi.
Olay karman çorman hale geldi.
Ben inat ettim.
2 aylık duvara tırmanan halinen bugün 4 yaşında neredeyse 20 saat uyuyan haline kadar en çok ben yanındaydım.
Hamile olduğumu öğrendiğimde ilk seninle saatlerce konuştum.
Evlere taşınırken şimdi önce tabii ki Kaan'ı sonra seni ve konforunu düşündük.
Tatillere giderken yine önce Kaan'ı sonra senin durumunu planladık.
Ameliyat olduğunda dikişlerini yememen için başında sabahladım.
Dün sitenin Kamera kayıtları incelenirse oscar ödülü alacak bir obsesif karakteri nasıl çıkarttığım görülür.
Aynı noktaya biz oraya defalarca baktık denilen noktaya geri döndüm.
Sana yalvardım...
32 saat sonra bembeyaz tüylerin simsiyah olmuş ürkek vücudun ama yine mağrur bakışınla ortaya çıktın.
Tuhaftır yine sana hayran oldum.
Sen istemeyince bulunamayışına.
İnsanı, teknolojiyi çaresiz bırakışına.
Yine böğürerek ağladım.
Tanrı bana evi, eşyayı, işi, parayı, kariyeri, ünvanı dirhem önemsemediğimi bir kez daha gösterdi.
Bu olayın çevresinde eğer bunlardan birini biraz daha fazla önemseseydim herşeyi başka yaşardım.
Tanrı bana asıl önemsediklerimi yaşayabilecek bir hayatım , işim ve ortaklarım olduğunu bir kez daha gösterdi.
Kermoyu neden bu kadar sevdiğimi ve evdeki sevgi bağının gücünü gösterdi.
Annemin ben üzülünce ne kadar anne olduğunu, çırpındığını bir kere daha gösterdi.
Buğrayı bana sarılırken gördüğümde ne kadar büyüdüğünü ve o'na ne kadar ihtiyacım olduğunu anladım.
Kaan'ın aynen Leyla'nın Alin'i kıskandığı gibi Tılsım'ı kıskandığını, sadece numara yaptığını gördüm.
İyi ki seni bulabildim Tılso.
Hayatım için , hayatımdakiler için anlamın büyük.
Bu kocaman ev , üzerine aylarca düşünülmüş eşyalar sensiz yarım yamalak.
Kalabildiğince bizimle kal, canım kızım...
Yaşattığın ve öğrettiğin herşey için teşekkürler...

7 Eylül 2011 Çarşamba

Hayata Toleransım Artarken...

Meğer besinlere töleransım kalmamış...
Önceleri çok da dikkate almadım.
Bir test işte  denk düşerse yaptırım tadındaydım.
Sofistike bir test nitelemesini kullanmıştı; Prof Dr. Mehmet Danacı ,ama cümleyi bazen yaptırmakta fayda oluyor diye tamamlayınca BESIN INTOLERANS TEST'i konusu yarısı okunmuş anafikri anlaşılmamış metinler durumundaydı benim için.
Nuran sağolsun denk düşmesi için elinden gelen mücadeleyi gösterdi. Böyle huylarımız var bizim. Üçümüz de bir anda aynı şeye bazen üçümüz aynı anda farklı şeylere bazen de farklı anlarda farklı şeylere takabiliyoruz. ( Ben bu blogu okunmak için değil yazmak için yazdığımdan sebep: üçümüzden neyi kastettiğimi ve blogtan bahsettiğim insanların anlaması bana kafi, burada yazdığım herşey için bu böyle..)
Bu bazen aniden resim çerçeveletmek, 1 saat içerisinde epilasyon merkezi kararı vermek, önemli bir eğitime yazılmak, sınava girmek, yurt dışına gitmek, yabancı bir firma ile ortaklık yapmaya kadar geniş bir menü içeriyor. İşte gündemlerden bir gündem o an için BESİN INTOLERANS TESTİ idi.
Ruhunu her daim dinç tutan ( heyecanından randevuyu 3 kere değiştiren ) sağlık merkezi yöneticisinin aksine testi yapabilen nedense bir tek o yapabilen,  sonradan raporlarda biyolog olduğunu gördüğümüz kadın; direncini , sağlığını, azmini, espri anlayışını kaybetmiş gibi görünüyordu.
Bu testi yapan öyle bir makine ki; başlangıçta ciddiye almanıza imkan yok. Cüneyt Arkın filmlerindeki çakma ötesi uzay aletleri gibi bir şey. Kafanıza ufo bozması bir zımbırtı ayağınızı metal pedala basın lütfen heeh elinize bu iki fışfışı tuttunuz mu süperrrr....
Ruhu kayıp kadın ( belki kadıncağız kendine de bu testi yapmıştır ve herşeye alerjisi çıktığını görmüştür , yıllardır açtır hakkını yemek istemem :) ) başlıyor, aleti; pc'ye bağlayıp, size resmen falcı gibi konuşmaya başlıyor.
Ben başlangıçta offf hadi ya moodundayken o da ne ...
neler de duyuyorum eyvah halime geçiş yaptım...
şöyle bir konuşma...
' hımmmm, sağ ayak bileğiniz hassasiyet görüyorum...eeevvettt bugünlerde az su içmişiz böbreklere dikkat lütfen su tüketimine dikkat edelim...kısık gözlerle ekranı dikkatlice izliyor, offf ' uykusuzsunuz siz', uyku düzensizliği faaalan fillllannn eeee ülkem kadınının % 115 'i uykusuz zati deeerrrken , gastrit ve reflünüz var , dikkat etmemişsiniz, doğru! göğsünüz kiste elverişli yapıda; doğru ! rahminize bi baktırın lütfen ...hooo, hpoglisemi var ama pankreas salgısı artmış durumda şekeri tetikleyecek birşeyler yapmışsınız, geçtiğimiz kış kbb ile ilgili bir operasyon geçirdiniz mi, eveeetttt!!!'
kadın hatta dili sürçtü, yorucu bir çocuk mu diyeceğine, yorucu bir evlilik mi dedi...
e bunu da bil, bir daha falcıya gidersem...
Herkesi sana göndermeyen namerttir, ruhsuz biyologcum.
Bir kaç dakika sonra kendime ne oluyo ya dedim.  
Ne'm var kuzum?
Yedim yedim de ölüyo muyum neyim?
Bu kadın öyle hafife alınacak gibi değil sağ ayak bileğime kadar herşeyi biliyor.
Benim hakkımda benden daha çok şey biliyor.
İşte o derin araştırmanın sonucunda yememem gerekenlerle ilgili bir liste ulaştı elime.
Özetlersem acılı, ekşili, tatlı, tuzlu herşey yasak bana.
Bunları tolere edemezmişim artık.
Oysa ki ben hayatı bunlarla birlikte tolere edebiliyordum...
Tahıl gruplarının çoğu yasak. Badem yasak mesela.
En çok şaşırdığım elma ve maydanoz oldu. Yememeliymişim.
Oysa ki elma bu. Sağlıklı beslenmek deyince etrafına mezura geçirilmiş yeşil elma gelir benim her daim gözüme.

Şaşkınım.
En azından 3 ay...
Dayanırsam bu yasakların tadına karşı koymaya helal bana.
Bugün başlıyorum sakınmaya...
Bakalım hayata toleransımda değişiklik olacak mı?

6 Eylül 2011 Salı

TEMİZLİK PERİSİ HAYALİM...

Bu konuda sayfalarca yazabilirim.
Evet beyin her gün bir gün önce düşündüklerinin % 99 aynısını düşünüyormuş ama ben 2 yıldır her gün bu konuyu düşünerek yaşadığıma inanamıyorum.
Bugün son assolistimiz Hanifemizi Aradığımda, bana Amasya'dan seslendi, ben 10 gün daha buradayım ha dedi ben de derin bir ommmmmm çektim.
Hayatımda hiçbir işime böyle kafama göre gidememezlik yapamadım Alla'm...
Kızgınlığım evin gidişatının birilerine de bağlı hal almasından geliyor aslında.
Hikayenin başında, Kendime bir Perihan yaratmıştım , tam 4 yıl mutlu mesut yaşadık.
Mutlu mesut derken,  kafasına göre takım elbiselerimi onları KULLANILMAYANLARIMIZA kaldırdık dediği ve 6 ay bulamadığımız, kediyi sokakta unuttuğu, ellerimle börek açtım dediği buzluktaki milföyü kullandığı pek çok anımız  mevcut kendisi ile, ben yine de iyiydim onunla.
Benim sayemde kayınvalidesine karşı hareket başlatmış ve kendi evlerine çıkarak özgürlüklerini kazanmışlardı.
Sanırım Perihan'ın anarşist yanını da seviyordum ben.
Uydurukçu Perihan. Hızla yalan ve bahane uydurmada üstüne yoktu. Öğle vakti eve geldiğimde ve kapıda kaldığımda 5 markette arap sabunu kalmadığını iddia etmişti, Küçükyalı'ya kadar gitmek zorunda kalmıştı zavallı Perihancık ....
Sonra bir SSK hayalinin peşine bankada çaycı oldu. Kurumsal firmada kariyer yapma planına kurban etti ilişkimizi.
Perihan, hayran olunacak bir temizlik sistemine, algı becerisine sahip olmasa da ilk benimle çalışmaya başladığı için aynı dili konuşmaya başlamıştık.
Halılarımız için yıkama firması buldum Ablacım derdi...Tabii ki halıyı Perihan yıkamazdı :)
Perihan gittiğinden beri isminin son hecesi FE olan tüm isimlerde, temizlik perileri denedik. Hanife, Latife, Şukufe , sanırım bir Efe isminde biri kalmadı birlikte çalışmadığımız.
Hepsi benden akıllı ve işin temelinde bu temizlik işinin kaydırıgubbak şekilde yapılması konusunda yetenekli ve bilinçliler.
1- Bu konuya gerçekten kafamı takarsam çekilmez bir kadın olma korkum var benim. ( Aynı gıcıklık korkusunu mesela az yemek yiyen ve tüm yemeklerin kalorilerinin hesabını yapan bir kadın olursam da yaşatacağımı düşünüyorum...) emek verdiğim için oğluma , kedime , kocama zindan edebilirim hayatı.
Oysa ki sevgi dili hizmet olan biri ne kadar mutlu olur bu işleri yaparak....
2- Temizlik konusunda birisinden yardım alarak istihdam sağladığımı ve ihtiyacı olan birilerine de destek olacağımı düşünüyorum. Ancak son olarak ;  2. AYNUR'la  ( yıllar evvel kocası evimizi soyan ve iş elbiselerimi köydeki kız kardeşlerine götüren 1. AYNUR'umuz vardı , karıştırılsınlar istemem) şöyle bir dialog yaşadık.Etilere, Nişantaşına gidiyorum arabasız zor oluyor, araba alacağım. ' Al tabii Aynur, aa eşim arabasını satacak düşünür msn ?' ' yok ben 2. el araba kullanmam sağolun...' sonra başkasından şunu da duydum 'iyi yaptın evi değiştirdin mutfağı bile yoktu evinin....' söz konusu eve sahip olmak için neler yaşamışız oysa ki biz.
Gerçek anlamda ihtiyacı olan biri ne kadar sevinir oysa ki para kazanınca....
3- Öğretmeye bayılırım. Öğrenmeye açık merak eden biri ne kadar sevinir benimle çalıştığına...
4- Bu konu benim en çok minnet duyduğum konu olduğu için ne güzel bir ilişki olabilir aslında...
Hayalimde bir Tinkerbell geliyor güler yüzü ile eve sabahları...
08.00'de bizde oluyor.

İşi olduğu için mutlu gülümsüyor.Günaydın diyor.
İyi ki varsın Tinkerbell diyoruz.
Bazen çicek alıyor, kahvaltıda vazoya koyuyor.
Ay sonu benden bunların parasını istiyor ama o kadar güzel ki hareketi iyi ki yapıyor diyorum.
Evin içinde yangın çıkmış gibi koşmadan 08.10-08.30 arası kahvaltı hazırlayabiliyor. Bu mümkün biliyorum!
Dini ne olursa olsun eşimi veya kardeşimi evde görünce koşarak odalara saklanmayan bir tinkerbell.
1 salata yapmaktan gocunmayan. AAA yemek işi de bende mi olacak demeyen.
Kendi içinde mutlu, hayatı ile , işi ile bizimle barışık...
İnsan seven, çalışmayı seven...Bilmese de öğrenen...
Kaan'ı kendi çocuğunın imkanları ile kıyaslamayan....Gözü saatte olmayan.
Yoldan şikayet etmeyen.
Güvenen...
Çamaşırların yıkama talimatını okuyan.
Ütü ile birşeyleri yakmayan, yaktığında saklamayan, dürüstlükle üzülen...
Benim üzülme boşver dediğim amaaan canımdan kıymetli kırdım işte diyerek cümleye başlamayan.
Sahiplenen...
Evin dolapların üst rafları yokmuş gibi davranmayan.
Perdelerin yıkanması gerektiğinde her seferinde ilk kez duyup şaşırmayan.
Buzdolabı temizliğinin tüm gün aldığına kendini ve beni inandırmaya çalışmayan.
Tatlı bir tinkerbell...
Yaşı yok, rengi yok, ruhu Tinkerbell...
Şaşkın ama azimli...
Kendine gülebilen...
Dün bakıcılar bugün temizlikçiler hadi hayırlısı...

5 Eylül 2011 Pazartesi

Bu Çocuklar Kimin?

Yazının başlığı aktivist bir hareket başlatıyorum imajı verse de sadece düşünüyorum.
Ciddi ciddi her akşam çocuk parkında toplaşan Türki Cumhuriyetlerin Temsilcilerini görüyor ve her akşam aynı soru işaretleri ile eve giriyorum.
Sitede sanırım 140 daireyiz.
Her akşam 18.00-19.30 arası Çocuk Parkında 25'e yakın çoğunluğu Türkmen,Moldov kadın var.
Çocuklar koşturuyor kadınlar kendi aralarında derin bir sohbetteler. Çocukları didik etmemeleri korumacı olmamaları onlara özgüven veriyordur muhtemelen.
Çocuklar ; kadınları , kadınlar ; çocukları seviyorlar. Sevgi ve bağ anlamında da genel olarak bence bir problem yok. İzlediğim kadarı ile 20.00'ye doğru çocukları topluyorlar hadi anne gelecek, bazen baba gelecek diye evlere yöneliyorlar.
Muhtemelen özbakımda da problem yok. Saatlerinde yıkanıyorlar, saatlerinde yediriliyorlar. Bir çocuğu şu ülkenin vatandaşı daha iyi yetiştirir diye bir istatistiğe de hiç denk gelmedim belki Rus eğitim sistemi daha iyidir.
Ayşe Hanım Teyzenin ya temizlik ya çocuk bakarım demesinden İrina'nın ülkesinde Matematik Öğretmenliğinden kazanamadığı para ile burada Derinler, Buseler, Berkler yetiştirmesi daha sağlıklıdır belki, bilmiyorum.
Dil gelişiminin o yaşta çok sekteye uğramayacağına dair teoriler var.
Birden işlerine son verilirse veya sınır dışı edilirlerse elbette ciddi bir duygusal yıkım ...Bu da sadece bir olasılık.
Ben çocuğa kim bakmalı derdinde değilim. Kendi seçimim uzman bir kurum desteği ile annemden yana oldu , kendi en güvenilir metodumu seçebilecek durumda olduğum için mutluyum ancaaakkk....
Sadece bu fotoğraf bana net olarak kendimle de ilgili bir şeyi gösteriyor.
Benim takıldığım ; Bu çocuklar ya da günün net 8-9 saatini anneannesi ile geçiren kendi oğlum çekirdek ailesine gerçekte ne kadar yakın?
Ben annemle çok farklı kişiliklere ve doğrulara sahibim. Çoçuk gelişimi eğitimi aldığı için % 95 doğrularına uyuyorum. Zaten herkes annesinin söylediğini , öylesine söylese bile hoparlörden duyuyor, bazen benim için de iş içinden çıkılmaz bir hal alabiliyor.
Annem net ve keskin konuşuyor.Üstüne de bilimsel bir veri ile.  Ben annem olduğu üzerine de bu konuda eğitimi olduğu için fazlası ile ciddiye alıyorum. Şöyle bir resim ortaya çıkıyor, annem zeytini Kaan'a teslim edene kadar boğazında kalabileceğini düşünüyor, annem Kaan'ı kaydırakta yalnız bırakana kadar düşeceğini düşünüyorum.
Sonuç : Anne olarak insiyatif alamadığım bolca anlarım oluyor.
Uygulayıcı roldeyim.
Evet ! iyi bir uygulayıcı, öğrenciyim ! her zaman ki gibi ....ama sürece hakim miyim?
Olmalı mıyım? En doğrusu tam da bu mu yoksa?
Bunun kararını kim verecek ?
Bu işleyişin Kaan cephesindeki izdüşümü nasıl ?
Kaan ne kadar kimin aksi olacak?
Ben beni büyüten ve en yakın arkadaşım olan annemle bu süreci böyle atlatırken ya gerçekte hiç tanımadıkları kadınları en az anneleri kadar seven çocuklara sahip anneler nasıl ?
Biz oğlumla her tatilin ilk 3 günü resmen birbirimize adaptasyon süreci yaşıyor,  4. gün normale giriyoruz. Ve maksimum 7-8 gün biten tatillerle, tatilde çocuğumu tanıyorum.
Bana ve babasına genel olarak o'nu bırakıp gitmemizi manasız bulduğu için her buluşmamızın ilk turlarında kızgınlık, naz, şımarıklık bildiği eziyet yöntemlerini kullanarak tavır geliştiriyor. Bu konuda takınmamız gereken tutum sabit ve kararlı olmak olduğundan ; o noktada sabitiz, işimize gidiyor, durumu özetliyoruz ama Kaan gerçekte işte o tavırlı,alıngan çocuk değil, gayet sakin , sosyal ve naif , işte o Kaan'ı yaşayacak kadar yanında değiliz ve tadına varamıyoruz.
Çocukların bize göre kafaları çok daha net ve odakları çok daha bizde oldukları için keşfetmeleri ise çok kısa sürüyor.
Kaan; o hasta olduğunda evde daha çok kaldığımı, izin kullandığımı, gece onunla yattığımı çok hızlı keşfetti.
Benimse o'nun bunu keşfederek sürekli benimle mızmızlanarak iletişim kurmasının, anneannesi ile yetişkin gibi arkadaş olan oğlumun bana neden böyle davrandığını anlamam fazlası ile uzun sürdü.
Öte yandan çocuk büyütürken zaman çok hızlı geçiyor. Belki uykusuzluğu ile gece gündüzü toplam bir bütün olarak yaşamaktan ilk 6 ay biraz yavaş ama bir daha ki ay dolu dolu 2,5 yaşında olacak olan oğlumun 6 ay sonrasını resmen ben şu an bile resimlerle hatırlıyorum. Oysa ki, tadına vara vara yaşanacak en kıymetli anlar bu zamanlarda saklı.
Hadi günde 3 saat çalışalım gibi ideal bir beklenti de biliyorum safsatadan ibaret. Onlara sevgi , aidiyet ve bağlılık dışında, kazandıracağımız onlarca değeri de ancak bizi üretirken görerek kazanabilirler biliyorum.
Beni ben yapanları bırakıp, ben ; 'BEN' gibi olmazsam feda ettiklerimle vazgeçtiklerimle onunla sağlıklı ilişki kuramayacağımı biliyorum...
İşimde az çok başarılı olmak, iz bırakmak, eğitim almak, spor yapmak, eşimle vakit geçirmek, arkadaşlarımla konuşmak, kuaföre gitmek ve blog yazmak isterken gerçekte kaç saat annelik yapabilirim ki?
Ama annem bana 'yok , kızım tekeri kaybolmuş , şeker istemiyor..' dediğinde , Kaan'ı rehberle büyütüyor olmaktan içimde bir şey akıyor...
Halil Cibran şiirini de biliyorum ezberimde satır satır...O ben değil, bana ait değil...
Bu arada şanslı bir azınlığa dahil olduğumun bilincindeyim. Eskiden 21.00'den önce ofisten çıkamayan ben o doğduğundan beri 18.00 gibi evde olma ayrıcalığına sahibim. Bazen Kaan'ın da bunu biliyor olmasını bekler buluyorum kendimi. Off oğlum ne var mızmızlanacak , bak Ezgi'nin annesi 20.30'da işten çıkıyor diyor beynimden geçen cümleler. Kaan bunu nasıl kıyaslar? Kıyaslasa da ne sonuca varır ki? Ben duş bile almadan o'na adadığım, tam 2 yıldır gazete okuyamadığım, kaçak göçek özetleri ile birleştirdiğim tv dizilerinin derdinde oluyorum bazen, bunları fedakarlık olarak görüyorum.
Kaan gün içinde yaşayamadıklarımızı gece 3 saatte bir uyanarak tamamlamaya çalışıyor.
Babası tarafında durum daha mı vahim , annelik güdüleri ve kuşkuları olmadan daha mı sağlıklı bilemiyorum... şu ana kadar haftanın çoğu iş günü babası ile ortalama 25 dakika net zaman geçirebildi. O gelmeden bayılacak kadar uykusu olsa da beklemeyi tercih etti. Uykudan ölmek üzere olduğu için çoğu zaman da sinirliydi. Kendi ilişkime dışarıdan bakamıyorum ama bu kadar zamanla da babasına son derece düşkün...Gelme saatinde çocuk parkında değil otopark kapısında bekleyecek kadar....
Ben bana göre onunla az vakit geçirdiğim için bağıramıyor, kızamıyor, sonsuz bir sabır göstermenin görevim olduğunu düşünüyorum...
Bazen de gereksiz patlıyorum...
Annelere tavsiyem ; Çok da ciddiye almayın , tadını çıkarın yazmış sonradan adalı. olan bir zat....
Bu hayata nasıl baktığınızla alakalı...Hayatı ya ciddiye alırsınız ya da tadını çıkartırsınız gibi bir seçim aralığında yaşayamam ben. Hayatı ciddiye alarak tadını çıkarırım...
Annelik de böyle olsun istiyorum sanırım...
Canım oğlum, aslında tek bir beklentim var; tüm gölgelere ve süzgeçlere rağmen, birbirimizi netlikle anlayabilmemiz. Kendime yaptığım tüm yatırımların ardından seninle sağlıklı yol alabilmenin ne kadar ciddi bir motivasyon yarattığını görüyorum bu satırları yazarken.
Nasıl biri olursan ol seni sen yapan herkese şükran duymak düşer bir anneye...
Seni sen olduğun için seven belki tek kişidir anne...
Bu yolculukta eğitim kısmı bir yana anneanne ya da bir Türkmen bakıcı ellerinden sevgi ve özveri ile tutan herkesin eli öpülmeli belki de....

4 Eylül 2011 Pazar

İyi bayramdı....

Moda'da açılan Double Tree Hilton otelinde masajla başladı tatilim.
Öyle pek bir planlı girmedim bu sefer tatile.
Ne gün ne yaparız belli değildi. İlk kez belki de.
Zaten ilk kez İstanbul'da olacaktık. Acemisiyiz :)
Terasına 360 uzak doğu açılmış. Geri masalarda oturulursa tatmin edici bir manzara. Cuma ve ctesi akşamları 00.00'dan sonra Club'a dönüyormuş. Bizim ailenin anadolu yakasında böyle bir adrese ihtiyacı var :) Gitsek de gitmesek de bu yakada olan bir clubumuz olmalı. Babamız clubber olacaktı az daha baba olmasaydı :) Grupmanya adresleri sağolsun bazen nasıl olsa bir gün giderim dediğimiz adresleri ayağımıza getiriyor. Gerçi en sevdiğim mekanlardan bile kaçarak uzak duracak anılarım var bu adreslerden aldığım kuponlarla ama işte bu masaj gibi harika süprüsler de çıkabiliyor. İyiydi gerçekten ve spa henüz yeni olduğu için harikaydı.
Bir Spa mekanı en fazla 18 ay koruyabiliyor büyüsünü. Sanırım çok masraflı ve bakım isteyen bir iş. Hazır yeni ev yapmışken sehpalarından ışıklarına kadar herşeyi didik didik konuştuk kermoyla. Isınan mermerden dinlenme koltukları var, aklımı kaçıracak kadar çok param olduğunda evin girişine koydurmazsam şerefsizim :)
Hem çok şık , hem çok iyi geliyor.
Burada İstanbul'da yapmanız gereken 40 şey kitapçığı ile buluştum. Malum herşeyin top 40 adresini bilmek ve yaşamak bizim neslimizin vazgeçilmezlerindendir.
Çay- Simit keyfi yazdığı için dikkatimi cezbetti.
Adres göstermekten ziyade eylemlerden bahsediyor ama sonra tabisi reklam aldığı için sizi bir adrese de yönlendiriyor.
Nicedir hayalim zaten bu şehirde turist olmak.
Rakı- balık pazar akşamının planıydı. Koço'daydık. Bu rakı- balık konusunda Tuzla'daki Adil bizi hamilelik ve lohusalık döneminde kuzu kulağından ızgara kalamarına öyle bir tatmin etti ki, sanırım artık iflah olmamız İstanbul sınırlarında zor.
Fevzi ile özel ilgilenilmesi gereği dışında bir de yolu bu kadar uzak olmasa çeşiti tazeliği rakısı bize özel fiyatı ile gerçekten Adil'i tek geçerim. Koço'da dostlar sofrası olmasa sanırım çok da anı olacak bir deneyim yaşamadık ama hep birlikteydik değer dedik.
Arife günü Bağdat Caddesinin tadından geçilmiyordu. Hava ılık, annem henüz İstanbul'da, Kaan anneannesiyle, Moda'da masajımı yaptırmışım, kermo ile park yeri aramadan trafiğe girmeden istediğimiz noktaya geldik. Seçimi caddede bana bırakırsanız benim cevabım açsam; % 90 , Kirpi. Ne var bilmiyorum ama giderim de giderim.
Bayram sabahı kermo simitle döndü camiiden... Canım kermo...
Bir sabah kermolara kermo ile sabah kahvaltısına giderken simit aldık, güzellik olsun diye. Kasımpaşa'da sabah 09.00'da sıcacık simiti olan fırından. Kayınvalidem bizi bir güzel benzetti. O günden beri canımız ne zaman simit istese bir günah gibi şarkısı çalıyor kulağımızda. Susam kilo yapıyormuş da muş da muşşşşş...
Sonra annemle Kalamış'a Develi Balık'a gittik.
Yemin ederim Marina çığlık atacak kadar sakin, ılık ve güzeldi.
Ne kadar özlemişim...En son 4 aylık hamileyken ve herşeyden midem bulanırken gitmiştim. Buraya bu kadar yakın olduğumuza, sağlıklı olduğumuza mide bulantısının her daim bişi olmamasına şükrederken buldum kendimi.
Kaanimo iştahla balık cico ( 1 yaşından beri balık demek cico demek ) yerken herşeye değer diyorum.
Ağzına balıkları tıkarak sokuyor. Harika bir manzara.
Bayramın 2. günü Otto Santral'de kahvaltı yapmaktı hedefimiz ama bayram boyu kapalıymış. Kaanla bizi Teşvikiye Saray pakladı. Kaan da doyunca dar masaların arasında sıkılıp yan masadakilerin kafasını hakladı.
Oradan Miniaturk'e geçtik. Herşey oğlumun boyunda. Kaan boyu Atatürk Hava Limanı, Büyük Postane, Ayasofta... Süper....
Herşey bir arada. Bi sürü Arap Turist vardı. Bir de Edirne'den gelen keyifli bir grup. Tanıdık olunca çok insan ama tanımıyorsam az insan seviyorum ben, bencilim...Bu kadar insan Miniaturk için ideal'di.
Bayramda İKEA bile güzeldi :) Yeni çılgınlığım KUTU. Herşey tatlı şirin kutular, kutucuklar içinde olsun istiyorum ...
Perşembeyi full arkadaşlarımıza ayırdık. Ve sitemizde barbekü deneyimledik. Kaanı evde misafir ağırlarken nasıl ideal hale dönüştürebilirim deneysel bir çalışma yaptım. Uyuma haricinde sanırım Ayşe Ablamızdan destek alarak arkadaşlarımızla evimizin de keyfini çıkarmak mümkün olacak.
Cuma Florya'daki akvaryumla başladık güne. Sirkeci'den kitap ve oyuncak alışverişi ve Eminönü'nden spor malzemeleri tedariği ile devam ettik. Kaan'a bol bol horoz, tavuk, hindi, sülük ve tavşan gösterdik. Amacımız; çiçek pazarından kırmızı sardunya alıp , güvercinlere yeni camii önünde yem atmaktı ama olmadı. Biiiiirrr sardunya ekeceksem, nisanda gitmeliymişim... İkiiiii İstanbul bomboş olsa da Yeni Camii önü çok kalabalık olurmuş...Turistlerin içine girip resimlerini çektiği çok güzel bir tatlıcıda kaanimo incirli muhallebi yedi. Bu kadar dar bir alanda bu kadar uzun ve huzurlu ilk kez oturduk oğlumla süperdi. Bu arada Florya'daki Akvaryum o kadar başarılı ki, yurt dışında gördüklerimiz yanında halt etmiş.
Cumartesi Ada günümüz oldu. Heybeli Ada'dan yana seçimimizi kullandık.
Evet burada Kaan bana bir ara cinnet geçirtti ama faytonda sakinleştim.
Saatlerce parkta oturduk. Kermo ile uzun uzun konuştuk. Oğlumun ellerini topraktan kapkara olunca yıkamanın zevkine vardım.
Bu arada tenis derslerine başladık. Kolum aciooo :) ama bu iyiye işaret bileği acısa kötüymüş...
Bu hava, bu şehir, sağlık ve ailem için teşekkürler hayat!
İyi bayramdı...

29 Ağustos 2011 Pazartesi

TASULİÇAMU...

Duruşumu konumlandıramadığım konu başlıklarından biri de YEMEK YAPMAK...
Öyle ki, bu konuya karşı bir duruşum olması gerektiğini düşünerek başlıyorum belki ayarsızlığa.
Bence ben yemek yapmayı seviyorum da sevmediğim, takıldığım, engellendiğim ve kendimi engellediğim bir şeyler var.
Birine, birilerine çok da attım topu yıllardır. Annem şöyle dediydi, babam böyle yaptıydı, kocamın tepkisi demotive edici...Eeeee seviyorsan seviyorsundur yaparsın.
Ben bu konuda BABAANNEM gibi olmak isterim. Öyle örnek alınacak biridir ki...


Babaannem Rum. Dedemle evlendikten sonra uzun süre ailesi küsmüş sonra birbirlerine sahip çıkmışlar.
Ben şimdi düşünüyorum da; din ayrımından ziyade yaşadıkları Valide Çeşme- Topağacı hattında namı çapkınlığı ve delilliği almış yürümüş Dedemin, bu sıfatlarından korkmuşlardır diyorum. Korktukları kadar da çıkmış dedem. Babaannem boşandıktan sonra dedeme;  babam ve halamla kavga etmelerine sebep olacak herşeyi dedi de ; bir yakışıklılığına laf ettirmedi. Gerçekten de yakışıklıymış. Çok güzel giyinir ve etkilemeyi çok iyi bilirmiş. Babaannem , 14 yaşındaki Rum kızı Anastasia, Deli Kazım'a sanırım aralarında 9-10 yaş vardı çok aşık olmuş. Tepe Başı'ndaki Balo çıkışı yolu kesilecek kadar kendisine de aşık olduğunun farkında yaşamış, diyor ki; ben giyindim , süslendim ama aslında Balo için değil  ( zaten boyu 1.75, o kadar havalı ki) çıkışa da geleceğini biliyordum,o'nun için giyindim, olan çocuğa oldu, kötü dövdü Kazım oğlanı :)  ... Dedem  son nefesinde yeni karısına Tasula gelsin diyecek kadar çok sevmiş babaannemi de , gerçekten iflah olmaz bir çapkınmış.
Ben bir kadın olarak babaannemden başka bu kadar çok acıklı aldatma bir de üzerine üste çıkma hikayesini hicivle, sakinlikle anlatabilen, anlatabilecek bir kadın tanımadım. Tanıyabileceğimi de sanmıyorum.
Öyle ki, bu çapkınlıklar yüzünden , zor günler, parasız günler , evsiz günler, 3 çocuğun sorumluluğu ile başbaşa kalınan günler yaşamış.
Her biri ayrı hikaye...
Birinde babaanneme bir bilgi geliyor, Kazım şehir dışında değil, Kurtuluş'ta bir kadınla diye.
Babaannem iz sürüyor. Kadının bodrum katındaki evinden çılgınca müzik sesi geliyor.
Cama eğiliyor babaannem perde aralık, Dedem rakı içiyor, masada türlü mezeler, kadın kaşık havası oynuyor dedeme. SEN HANCI - BEN YOLCU.....
Babaannem dayanamıyor camdan içeri bağırıyor, SEN HANCI - BEN YOLCU...
Dedem ; fırlıyor evden, babaannemi kovalıyor, gecenin bu saatinde çocuklarını bırakıp nasıl çıkarsın diye....
Bu bana öyle komik anlatıldı ki yıllarca hep kahkahalarla güldük. Kendi de gülüyor çünkü, DELİ bi de bana kızdı diye...Kıskanmadın mı babaanne diyorum? Ayyy aynı at gibiydi kadın diyor , bir de at gibi gülüşünü yapıyor kadının elinde tahta kaşıkla, katılıyorsun gülmekten..
Bu bir Türk Kadını bakış açısı kesinlikle değil. Başka birşey...Daha niceleri var.
Kadın masaya dizmiş mezeleri diye anlatınca ben hep ne alaka dedim, oysa ki; bugüne kadar yediğim en güzel mezeleri ben ; babaannemin elinden yedim.

Hem Yunan mezeleri hem de arnavut ( arnavut ciğeri ), ermeni ( abagannuş ) komşulardan dolayı tüm kültürlerin yemeklerini yedim.
Türk yemeklerinde de ciddi ustadır. Zaten bir kere olsun Rum'um demedi. Asla Rum lehçesi ile konuşmadı. Hiçbir karışıklıkta Yunanistan'a hak vermedi. Lokumun da dönerin de Türklerin olduğunu üstüne basa basa tartıştı. Çünkü o, hep bilinsin istedi, o Rum tabaalı Türk'tü...
Ben o'nun  her yaptığını delice zevkle yerim de en çok çerkez tavuğunu severim.
Bir kere öyle bir zevkine varıyor ki; yemek yapmanın, tavuğu alıyor , haşlıyor, haşlıyor, haşlıyor....Sonra açıyor televizyonunu, saatlerce o tavuğu didiyor. Ne zaman ki; rondodan tavuk geçirip yaptım oldu dediler, ÇERKEZ TAVUĞU görmez, yiyemez oldum ben.
Mesela, TARATOR'u yııllarca mayonez katılarak yapılan birşey sananlara şahit oldum. Günler öncesinden bayat ekmek biriktirir babaannem. O kadar çok ceviz koyar ki içine başka bir şey olur onun TARATOR'u.
Maddi durumu ne kadar sıkıntıda olursa olsun...Sofrasında hep meze vardır. Ve malzemeyi bol tutmak şarttır o'nun kitabında.
Babaannem bir zeytinyağlı dolma yapar o kadar çok malzeme alınır ki, değme etme yemeği daha ucuza gelir.
Koliva bizim aşurenin benzeri Hristiyanların tatlısı ama susuz yapılır. O'nun; Kolivasında badem şekerleri, buğdaylar türlü içerik bulunur...
Gocunmaz, üşenmez, yarını düşünmez ...Hayatı da böyle o andan zevk alarak geçiriyordu aslında...
Çok genç yaşta ayakları ile ilgili sorun yaşadı. Hangi haftasonu nerede olduğunu bilemeyeceğiniz kadar çok gezen babaannem bastona bağlı kaldı ...sanırım 55-60 yaş arasındaydı.
Çok üzülerek anlattı, ah maniçamu ah ayacıklarım diye ama sanki çok üzülerek yaşamadı.
Uzunca yıllar tek başına yine Kurtuluş'ta 3 katlı bir Rum Evi'nin katlarını 2 arkadaşı ile bölüşerek yaşamayı tercih etti. Ayağım böyle, bana biri baksın demedi. Hep gelelim yanında olalım diye sitem etti o ayrııı...
YEMEK YAPMAK ile dansı o ayaklarla bu evde de devam etti. Uzo'su hep hazırdı ama asıl Türk rakısı sever, haftada 1 ızgara balığını tek kendi yese bile yaptı, Paskalyasında yumurtalarını boyadı, tavşanlı, horozlu çikolatası hazırdı, Paskalya çöreğinin içine para sakladı. İnsan tek kişilik , zeytinyağlı yapar mı? Tek kişilik yapıyordu ki, yarın da tazesini yapabilsin diye.
Ben her pazar kiliseye giderek ve 5 yaşına kadar yanında Rumca konuşarak büyüdüğümden tüm ritüellerine hep yakın hissettim kendimi.
Odasında mumları, Meryem Analar'ı....Hiç küsmedi ...
Şimdi öğrendiklerimle bakınca İÇ MOTİVASYON'un hası...
Benim bayramları, doğum günlerini abartık yaşama ( böyle bir damga yedim bende kabullendim , yazarken farkettim bence layığı yaşama ) güdüm de tamamen ondan geliyor. Baktım yeni evimizin her yanı fotoğraf olmuş, bu da ondan taşıdığım bir huy...Her yılbaşı ağacını hazırlar ve altına hediyelerini dizer...Ben de öyleyim..Çok güzel kadeh tokuşturur, ben de bayılırım...
Keşke yemek yaparken de o'nun gibi olsam, ben yemek yapınca bana tarifsiz bir minnet duyulmasını istiyorum. Duyulmadığını hissettiğimde saçma birşeye özenmişim gibi geliyor.
Ya dedim mutfakta kendi kendime , ne minneti, ne şükran'ı.
Kim gibi olmak istiyorsun ?
Böyle bakınca ;Babaannem karıştırmazdı, eleştirileri de duymazdı.
Tasuliça( Anastasia'nın kısaltılmışı arkadaşları ve ailesi o'na Tasula der ) şekeri az mı olsaydı  ka fasulyenin , dese bir arkadaşı, yok böyle olur bu ! der, takmazdı.
Her konuda keskin tarifleri olan annemin aksine babaannemin tarifleri ölçüsüzdür. Eli lezzetlidir. Kendi karar verir , olmuştur ya da olmamıştır. Olmadıysa da ilk kendi söyler.
Yağı da bol tutar ama vıcık vıcık olmaz. Mutfağı dağınıktır, öyle yine annem ya da anneannem gibi çamaşır suyunun keskin kokusu gelmez burnunuza ama kendine ait bir düzeni vardır işte.
İleri yaşlarda halam ve gelinleri bu kadının mutfağını hep didik didik temizlediler. Kendi aralarında da konuştular ...ben bir ara kimse o'nun hakkında konuşmasın diye kendim yeltendim temizlemeye.
Evet sanırım temizlik kısmını sevmiyordu :)
Bu arada eve kim gelip giderse hemen kendine asistan yapar, yamak yapar. Yemeğin kritik anlarında müdahale eder ama halamı, annemi bir davet zamanıysa gayet sıkı çalıştırır. Ama övgüyü o alır!
Şahane bence :) E bir işin ustası olmak ta böyledir zaten...
Denemek lazım Bade..Bol bol denemek. Tasuliça gibi yemek yapmak da kolay değil, Tasuliça gibi yaşamak ta...
Belki de Tasuliçamu seni kaybetmeden bol bol yanına gelip feyz almak...
Yemek için de , yaşamak için de.....
Bir gün karşı komşusu Sofula'nın kızı 'Tasula Teyze; sizin evden dumanlar çıkıyor, koş ! ' sokakta görünce.
Babaannem gelir eve ( eskiden beyaz çamaşırlar kaynatılırmış ocakta, babaannem de unutmuş ocakta çamaşırları ) bakar ev duman içinde.
Ne oldu Tasula Teyze iyi misin? der kız kapıdan , içerisi görünmüyor çünkü.
Babaannem bağırır dışarı doğru...
İyi oldu Yasemin iyi oldu, bir bunu denememiştim DON KEBABI oldu... :)